Friday, October 31

feeling so anaesthetised in my comfort zone


allahım nasıl bir mutluluk günlerden cuma olması pijamaları giyip bilgisayar başına geçmek ve dün hiç nete girilmediği için biriken tüm blogları okumak alt komşunun getirdiği kekten iki dilim yerken haftasonu yapılacakları düşünmeden kendini bilgisayar oyununa vermek. oo ye beybi.

Wednesday, October 29

celebrity fuck match

yeni seri: yatakta kötü olmasına çok şaşıracağımız ünlüler a.k.a tepeden tırnağa seksapel akıyor yareppim.

vol 1. Robbie Williams

Molly Sims

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol.6



Evan McGregor

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.12



Cumhuriyet

kutlu olsun!

koyayım da tur at

na na na na na na na robbie williams olamam ben

Tuesday, October 28

Gossip Girl - Recap


* nerden başlayacağımı bilemememe sebep olacak kadar saçma bir bölüm izledik, ordan başlayayım.

* öncelikle, şunu hepberaber kabul edelim ki bu dizinin senaristleri karakter yaratmaktan aciz. little jenny örneğinin üzerine daha önceki bölümlerde çok gittiğimiz için, bu defa örneği değiştiriyorum. misal nate. dizinin ilk bölümlerinde hatırlarsınız, efendim zengin ailenin yakışıklı (ögh) ama bi boktan anlamayan sorumsuz umursamaz veledi modunda bir tipti. artık bir bakıyoruz üzerinde bir olgunluk bir herşeyin doğrusunu yapmalıyımcılık. misal hepimizin sevgilisi chuck. junkie, nemfomanyak, sorumsuz genç bu bölümde başımıza babasına tek eşlilik öğütleri verecek kadar ilişki uzmanı kesildi. misal serena. en yakın arkadaşının sevgilisiyle yatmış kızımız feleğin çemberinden bir flipper misali atladım havalarındayken bu bölümde bir baktık "ama ben sevgiyi hiç tatmadım ki" bakışlarında bir yavru köpek. geçiniz.

* gerçekten recap yapmak istersek bu haftanın olay örgüsü şöyle: efendim chuck oldschool bir klüp satın alarak "-babanın yeri mi lan -evet lan" tarzı arjantin street style kavgalara ev sahipliği yapmaya gebe bir mekanın işletmecisi olma şerefine erişti. nate babasını hapse attırdı (cocojambo). serenanın dan'e veresi geldi ancak son anda sevdiğimi sikemem siktiğimi sevemem moduna girdi - ki dan'in bakir olduğu gerçeği gözönünde bulundurulursa o sevişme sahnesinden ne hayır gelirdi bilemiyoruz - ama bu satırları okuyan 13 yaşlarında bir genç varsa 31 malzemesi olabilir diyerek dizinin tekrarına yönlendiriyoruz kendisini. blair geçen haftaki partide nate'in serenayla ilgili söylediklerini little jennynin ağzından duyunca nate'i terketti, sonra "madem nate'e veremedim bari yabancıya gitmesin" modunda gitti chuck'ı ayarttı (blair'den nefret etmemin 10 sebebi). little jenny hala o rolü verecek kimseyi bulamadıklarından olsa gerek bir türlü yüzünü göremediğimiz anneciğine ne olur geri dön ziyaretinde bulundu. bu son sahnenin genel olarak dizinin bu bölümündeki konularla alakasını kimse çözemedi.

* şimdi bu hafta takıldığım sahnelerden biri serena'yla blair arasındaki "sex talk" idi. aynı kızların evde pijama partisi verirken yastık savaşı yapıp birbirlerinin sütyenlerini denedikleri inancı gibi, beyler üzgünüm ama, bu konuda da yanılıyorsunuz. benim tanıdığım hiç bir kız, mevzu sevgilisiyle ilişkiye girip girmediği olduğunda, böyle bir kırılmalar kıkırdamalar tam konuşamamalar moduna girmiyor. aksine, bunu da voodoo ablanızdan bir kıyak olarak görün, sex performansınızla ilgili bir probleminiz varsa, kız arkadaşınızdan ayrıldıktan sonra onun tanıdığı herhangi bir kıza yaklaşma teşebbüsünde bulunarak boşa vakit kaybetmenizi tavsiye etmiyorum. anladın sen onu.

* son olarak farkettiyseniz dizi gitgide modern emolarla dolmaya başladı, çok zenginim ama ailevi sorunlarım var sevgi nedir bilmiyorum tripleri. hayır böyle dizileri izleyip "yaa bak parayla saadet olmaz" moduna falan girmek gerekiyor da ben mi beceremiyorum? yoksa amaç nedir yani, televizyonda tutmanın birinci kuralı empati kurdurmak değil miydi? benim şahsen hiç bir milyon dolarım olmadı amca, kuramıyorum.

Artema

efendim blogumuz geri döndü, ben de "there's a no in every job" çevirisiyle gönüllerimizi fetheden öğrencimizden ilham alarak ne zamandır planladığım şablon değişikliğine gitmenin tam zamanı dedim. geçici olarak kullanmayı planladığım tema budur. daha bir retro, groove, funk, 70s disco öğeleri barındıran bir resim yaratma çabalarım sürmekte. ha derseniz ki ben sana öyle resmin kralını yapayım vudu, buyrun. yoksa şimdilik godsyndrome'un deyimiyle "voodoogirl manhattandan bildiriyor" modundaki temama katlanmak durumundasınız.

welcome back.

Sabah Sabah Voodoo Girl

* öncelikle şunu belirteyim, yazmaya devam ediyorum derken blogspottan bahsediyordum. elle tutulur hiç bir tarafı olmayan bu yasak yüzünden pılımı pırtımı toplayıp wordpress vs tarzı yerlere taşınmayı düşünmüyorum. dahası, aynen nip tuck'ın ilk sezonunun arasında onun yerine gelen diziyi kabullenemeyip izlemeyi reddedişim gibi, wordpresste yazmaya devam edecek arkadaşların yazılarını okumayı da düşünmüyorum, yazarlara değil olaya duyduğum tepkiden. blog hayatımı burda devam ettireceğim. böyle bir çocuk inadı. merzifon eşeği.

* geçen gün ayıya bir adım kala modunda pizza yerken (dominos - favorite threenin üzerine de pizza tanımam bu arada) aklımıza (biz= aycan ben ebru) geçmiş günlerden şöyle bir olay geldi: arabaya binip teyp dinlemek. hani yaşı daha araba kullanma yaşına gelmeyen erkek çocukları hava atmak için babalarından arabalarının anahtarını alır, kapının önünde park halinde duran arabalarda artist artist müzik dinlerlerdi ya. eğer böyle bir olaya şahit olduysanız, çocukların halini gözünüzün önüne getirmeniz yeterli diye düşünüyorum, konuyla ilgili daha fazla komik yorum çabasına girmeme gerek yok.

* istisnasız bütün annelerin hallmark kanalını pek bir beğeniyle takip etmesinin sebebi nedir?

* rock bar insanlarında "ben bu şarkıyı biliyorum" tribinin hastasıyım. şarkının nakaratına gelince böğür böğür söylemeler, geri kalan kısımlarda yarım yamalak dudak oynatmalar. almanyalı sen türksün.

Sunday, October 26

what the fuck?!

normalde olsa, ntvmsnbc.comun sitesinden haberin linkini ve sayfayı açtığımızda ortaya çıkan "dağılın lan kapandı burası" yazısını koyardım, şimdi k-tunneldan girdiğim için beceremiyorum. çünkü normalde değil, türkiye'deyiz. onlar nasıl yılmadan, inatla insanı doğduğu, büyüdüğü ülkede yaşamaktan nefret eder hale getirdilerse; ben de inatla yazmaya devam ediyorum arkadaş. herkesi beklerim.

beyni olmayanlar yasa çıkartmaya, beyni olanlar yazmaya devam etsin. bakalım sonumuz ne olacak.

Thursday, October 23

Wednesday, October 22

why can't I be rich instead of good looking?

* herhangi bir işlem yaparken şehrinizi seçmeniz istenen bir takım sitelerde, en üstte istanbul - ankara - izmir üçlüsü oluyor ve şehirlerin gerisi alfabetik bir sırayla ilerliyor ya. bence gerçekten çok ayıca bir uygulama bu.

* kaybedecek bir saniyem bile yok wall streette hisse alıp satıyorum modunda olduğumdan değil ama saçma sapan forward mailleri okumakla kalmayıp bir de başkalarına gönderecek zamanı bulan insanlara hayretle bakıyorum.

* biri lütfen hülya avşar'ın teke tek tadındaki programında gayet alakasız lafların ortasında ekranın siyah beyazlaşmasını ve dodosdosdodos efektinin girmesini engellesin.

* bir türk takımı avrupa'da maç kaybettikten sonra soru soruyormuş havasıyla yorumlar yaparken annesine küfredilmiş gibi sinir küpü moduna giren spor sunucularının hastasıyım.

* bir cips var çerezozmudur nedir, geçen reklamını gördüm milkalı cips çıkartmış "türkiye'de bir ilk - çikolatalı cips" sloganlarıyla. yemezler (kelime oyununa gel). çikolatalı tombi vardı bikere bizim zamanımızda, unutmadık.

*türk insanının uydurmasyonu fancy iş isimlerinin hastasıyım. bireysel güvence danışmanı (sigortacı), yönetici asistanı (sekreter), ulaştırma sorumlusu (şoför). ulan yaptığın iş aynı, işinden değil adından mı gocunuyorsun? [meslekler demişken aklıma geldi blogumu okuyan bir 'diş hekimi' varsa neden kendilerine dişçi denmesine bu kadar sinirlendiklerini açıklayabilirse bahtiyar olurum]

* iner misin çıkar mısın diye bir yarışma programı vardı eskiden. freak show'a bir adım kala. gerçi sonradan mehmet ali erbil türkiye'nin ilk freak showunu gerçekleştirmişti ama olsun, yer misin yemez misin bambaşkaydı.

* emperyalizm uşaklık bunlar amerikanın oyunu kanallarımızı kapatarak baktığımızda, bence dünya çapında yayılmacı bir politika izleyen kuruluşlardan her şubesinde kalitesini (ürün ve çalışan) aynı tutmayı başaran tek yer starbucks. [bir de starbuckslarda 'isminiz nedir?' sorusuna verilebilecek en komik cevapları hazırlayıp kasadaki adamlar gülecek mi araştırması yapmayı planlıyorum. isim önerilerine açığım]

Tuesday, October 21

Gossip Girl - Recap


- efendim siz de dizi başladığından beri, 'her şey iyi hoş da bu dizide bir eksiklik var sanki' hissine kapılmış idiyseniz benim gibi, zenci karakter vanessanın diziye katılımıyla rahatladığınızı düşünüyorum. amerikanın tarihiyle yüzleşmesi de böyle oluyor.

- dizinin bu bölümünde, zamanın ne kadar ilerlediğini bir kez daha gördük. bizim zamanımızın gençlik dizisi dawson's creek'te, maksimum olabilecek şey, gençlerin içki içip dawson'ın evinin önündeki göle falan düşmeleriydi. gossip girl'de nate babasının kokainini falan buldu. daha neler göreceğiz tövbe allahım sen günah yazma.

- nate bu takım aile problemleriyle boğuşurken blair'in derdi de maskeli balo organizasyonuydu. bu noktada, özellikle final sahnesinde arabaya biniş anına göndermede bulunarak bu kızın tuba özay kıvamı mimikleri beni bayıyor demek istiyorum. 'tuba özay falan ama chuckı götürüyor bir dahaki bölümde' derseniz, üzülürüm.

- blair yeni bir social event koşturmacasına girerken, geçen hafta 'alırım başımı giderim efeler gibi hey' kıvamına gelmiş olan little jenny, paspas moduna geri dönüyor ve blair'in ayak işlerine bakıyor. partide chucktan intikam almak içinse yine bir hinlik cinlik artistlik. hacı ne ayaksın? bu kız ya sonunda şizofren, çift kişilikli vs çıkacak (optimist düşünce) ya da senaryo yazarları izmir malı takılıyor (daha optimist düşünce).

- bu esnada yaşlılar bölgesinde, -ki dizide yeni yetmelerin aşk ve seks hikayeleri yetmiyormuş gibi anne/babaların flörtleşmesini de izlemek zorunda kalıyoruz nedense- fas temalı bir partide yazmaya gerek duymadığım mevzular dönüyor. bu da tam 'türk gecesi' dense "ulan bu adamlar da bizi anca oryantalla tanıyor" diyeceğimiz, ancak fas gecesi diyince de "ulan bizim asena bu karıdan daha iyi göbek atar" tadında bir olay.

- bölümün asıl olayı maskeli baloya gelirsek. bir kere maskeyi takınca kendini görünmez sanma tribi nedir? ikincisi güya kapısında bacasında güvenlikler dolaşan ve davetsiz kimsenin giremeyeceği bir partiye, zenci ve fakir karakter azlığı kontenjanından diziye sokulan vanessa'nın "every party has a back door" gibi bir ukalalıkla ve elini kolunu sallaya sallaya girmesi nedir? son olarak da, dan ile vanessa arasındaki onca dramaya tanıklık eden serena'nın ilk söylediği cümlenin "she is beautiful" olması nedir? tipik kız tribi, erkeklerdeki "was he better/bigger?" hesabı. na nanna na serena serenaaa.

- nihayetinde ikinci recapimde dizinin en büyük problemini çözdüm ve açıklıyorum: haftaya ne olacağını merak eder vaziyette bırakmıyor bu dizi adamı. misal bu bölüm sonu bende kalan his: o kadar mesai harcadın yine beceremedin, artık bi versen de herkes rahatlasa be blair.

Sunday, October 19

beşiktaşımoley


bir önceki postumda müthiş yoğun ve burnunu evden dışarı çıkartamayan kariyer kadını imajı çizmiştim ya. onu bi unutun bi süre. maça gidiyorum ben. 100. yılda kale arkası 30 lira rezaletinin getirdiği yaratıcılığın kulaklarını çınlatarak
ben beşiktaş aşığıyım
para pulu neyleyim
30 milyon vereyim de
cavcavı da skeyim

maç sonrası büdüt: stada kadar gidip park yeri bulamayıp tandoğana geri dönmek, arabayı oraya parkedip taksiyle tekrar stada gitmek, beşiktaş tarafından yer bulamayıp gençlerbirliği maraton ya da kapalı biletine kasmak, tanıdığım bütün beşiktaşlıların telefonlarının kapalı olması, bilet kuyruğunu görüp gözü korkmak, sıçtık giremicez derken gençler kale arkasına karaborsada bilet bulmak, rakip tarafta maç seyredecek olmaya küfrederken içeri girip tüm kale arkasının beşiktaşlı olduğunu görmek, maratona giremedik diye üzülürken maratondaki beşiktaşlıların stad dışına çıkartılması, bütün gollerin bizim olduğumuz tarafta olması, sürekli herkese "mal bebe" diye bağıran bir ankara cellosuyla yanyana maç izlemek, pişmemiş köfte, sigara üzerine sigara, lan gerçekten penaltı mıydı stadda izleyince hiç anlaşılmıyo, ali tandoğan sana beyin nakli lazım, zapo bu tarafa geliyo formasını atacak, zapo oha o ne vücut,
alen sahaya üçlü çektir kartala,
bu sevdadan vazgeçersek allah belamızı versin.

Saturday, October 18

rock is dead - long live paper and scissors

cep telefonuma promosyon amaçlı ancak aslen "Kadın DJ bilmemkim Ankara'nın en apaçi dolu klübünde bikini üstüyle plak değiştirerek tiestoculuk oynayacak" manasına gelen mesajlar gelmeye devam ededursun, ben bu çılgın cumartesi gecesini bilgisayar başında geçiriyorum. evde demiş olmamamın açık sebebi, sabah kalktığımdan beri (temizlikçi kadının bu odayı temizlediği süreç hariç -ki o esnada da içerdeki benzer bir koltukta oturup sınav kağıdı okuduğum düşünülürse pek bir şey değişmedi) aynı noktada oturuyor olmam. şubatta son bulacak (inşaallah) olduğunu düşünerek telafi bulduğum trainingimde iki deadline bir anda aynı haftaya denk gelince (bu sene okulda ne kadar şanslı olduğumu daha önce konuşmuştuk) bu haftasonu dışarı burun çıkartmak haram oldu bana.

normalde tgi friday olmam gerekirken işbu yoğunluğu düşünerek başladığım cuma sabahında, henüz afyonu patlamamış, sabah sigarasını ve kahvesini içememiş insan modumla bardağımı çalkalamak amaçlı lavaboya gittim (zira staff room fizanda kalıyor bizim odaya göre). iki adet öğrenci, birinin birini soruşturduğu haberini birilerine ileten birilerine o kadar kızmışlardı ki, bir kıyamet, bir telefon trafiği. işte o an dönüp "kızlar, bunlara sinir bozmaya değmez, bu günlerinizin tadını çıkartın, en büyük derdiniz bu olsun, hayatta neler var ilerde görüp bu sıkıntılarınıza güleceksiniz" konulu öğretmen konuşmaları yapmak istedim aniden; sonra vazgeçtim. yaşanacaksa yaşanacak şarkısını mırıldanarak, ve insanın -hayatta ne yaşamış, neler görmüş olursa olsun- 20li yaşlarının başındayken kendini tamamen hayatı çözdüğüne ve karakterini yerleştirmiş olduğuna inandırmasının sinir bozucu bir ukalalıktan ziyade çocukça bir sevimliliği olduğuna kanaat getirerek odama doğru yürüdüm. gençlerle çalışmak insanı gençleştiriyor yalanı kime aitse, çıksın karşıma.

yoğunluktan pek bir şey yapmaya fırsat bulamadığım bu günlerde gittigidiyor.com'a sardım. hatta çok süpersonik bir bot aldım ama kazasız belasız elime ulaştığında koyacağım resmini. bir takım zımbırtılara teklif vermek, biri sizden fazla verince aslında ilk teklif verdiğiniz an çok da beğenmediğiniz bir şeyin kıymete binmesi falan gibi gayet öğreti tadında insan doğası manzaraları yaşıyorum. amerika'dan ürün getiren dükkanları gördükçe benim de ticarete atılasım geliyor. david and goliath diye bir marka var, bilenler vardır belki, kimse almasa ben tepe tepe kullanırım tüm getirdiklerimi. shippingin gözü çıksın.

haftaya bugün, "acun christina aguilera'ya çakmış olabilir mi?" sorusunu tartışmak üzere yeniden karşınızda olacağım. esen kalın.

Friday, October 17

Konser - Gece



2008 yılı Mayıs ayı sonunda çıkan albümleri ile, indie rock müziğine yeni bir soluk getiren GECE, albüm çıkışlarından hemen sonra Red’n Black Rock Fest, Rock’n Antalya ve Masstival Ana Sahne gibi büyük rock festivallerinde verdikleri konserlerle dinleyicilerin büyük beğenisini topladılar.

Kendilerine özgü sound anlayışları ve performanslarındaki samimi ve hareketli tavırları ile dikkatleri üzerine toplayan GECE, yaz sezonunda verdikleri uzun bir aradan sonra ilk konserlerini 17 Ekim’de Studio Live’da gerçekleştirecekler.
www.biletix.com

Wednesday, October 15

Poverty

'gucci' by mindscan




Gossip Girl - Recap


kendine the O.C ve Sex and the City arasında bir yer bulmaya çalışan (ki bu tarz herhangi bir dizinin ilkinden daha kötü ikincisinden daha iyi olması imkansız) yeni gençlik dizimiz gossip girl'ün dünkü bölümünü izlemeyenler ve spoiler korkusu olmayanlar için.

- bölüm hayallerinin kızı serena'yı 'first date'lerinde mutlu etmeye çalışan dan'le başladı. fakir ama gururlu gencimiz kızımıza lüks bir gece yaşatmak adına utanmasa college savinglerini çarçur edecek. atalarımız boşuna dememiş bilmemnen bilmemnen olacağına fındık kadar bilmemnen olsun diye. anladın sen onu.

- bu cephenin hikayesi böyle 'start alırken', artist olmak uğruna köyünden kaçıp büyük şehre gelen ve pek yakında kötü yollara düşmesi beklenen jenny de kötü kız blair'in 'social calendar'ın en önemli olayı tabir edilen pijama partisine davet kopardı. daha o noktada blair'in entourageının triplerinden pijama partisinde bir takım olaylar çıkacağını ve jennynin maruz kaldığı tüm testlerden tabiki geçeceğini anlamıştık. bu kadar tahmin edilir olmayınız lütfen.

- bu esnada dan cephesinde, randevu başladı. her daim haute couture gezen serenamız jennyden aldığı trickle kot-tshirt kombinasyonları modundaydı ki dan'in "iş adamı babasının pantolon ceket takımını giyip etrafta dolaşan 8 yaşında çocuk" görüntüsü işi bozdu. işte tam bu noktada dizinin "fictional" olduğunun en büyük kanıtı olarak serena'nın 3 dakikada üzerini değiştirip gece dışarı çıkma moduna girişini izledik, zira o tarzdaki bir kızın o sürede hazırlanamayacağını hepimiz biliyoruz.

- bu saçmalığın üzerine serena kızımızın dışardaki vespayı kendilerinin sanıp delirmesini izledik. bir kaç önceki bölümde bilmemne marka ayakkabılarım nerde diye cırlayan zengin kızımızın motora fit oluşunu da tabiki yemedik.

- yemediğimiz bir başka şey ise blairin pijama partisi tahmin edildiği gibi ilerlerken jenny'nin üzerindeki "ben aslında hepinizi cebimden çıkartırım" edalarıydı. dizinin başından beri "benim hiç bebeğim olmadı amca" bakışlarıyla kendine zengin kızların arasında yer bulmaya çalışan 'little jenny'deki bu değişikliğe yol açan şey neyse, ondan ben de kullanmak istiyorum.

- bir diğer cephede kaybolan çocuğunu bulmak için fellik fellik dan'in telefon numarasına ulaşmaya çalışan lily teyzemiz ise kızının evde unuttuğu cep telefonunun adres defterine bakmayı akıl edemeyerek kendini rufus amcanın evinde buldu. çocuğu kayıpken eski sevgilisiyle cilveleşmesi de gözümüzden kaçmadı.

- son olarak tabiki her şey tatlıya bağlandı ancak gidişata bakılırsa lily-rufus, serena-dan ve jenny-eric ikilileri step-ensest olma durumunu ziyadesiyle yaşatacaklar bize dizinin ilerleyen bölümlerinde.

- yetkililere sesleniş: dizide rol yapabilen tek bitane adam var (chuck), siz onu koca bölüm göstermiyorsunuz. pretty woman tonlamasıyla: big mistake. huge.

I feel like a pair of curtains

ben bu dönem okula alışamadım arkadaş. ilkokul bebesi girişi oldu biliyorum ama, zaten yaz tatili sonrası adaptasyon süreci yaşarken, ŞEKER bayramının da birleştirilmesiyle tam alıştık derken tatile çıktık. şimdi döndük yine alışmaya çalışıyoruz. çocuklar dağılmış, işler birikmiş, kim nereye getting used to? bir de binalar arası maraton durumumuz var, malum bahsetmiştim önceden. velhasıl bu aralar lost durumdayım biraz, dizi olan değil.

ancak azimle sporuma gidiyorum, bu sene fit olmayı kafama koydum çünkü. her "spora başlıyorum" gazımda yaptığım gibi, kendime ekipman almam lazım hissiyle gittim yoga matı aldım. inanın fuzulilikten değil, haftada 3 gittiğim kursların biri pilates biri fat losing biri de dance moves. ilk ikisinde mindere oturtup bir takım hareketler yaptırıyorlar. 1- o minderler bana biraz küçük geliyor (hayır 1.80 değilim de minderler küçük bence) ve 2- bin tane insanın terli kıçlarıyla oturduğu yere oturmak istemiyorum. bakın herşeye olduğu gibi maaşıma 15 gün banka hesabımda sıfır lira kalmışken 35 liraya yoga matı almış olmama da mantıklı bir açıklama getirdim işte.

spor deyince aç parantez dün serviste arkamda oturan çocuğu arkadaşları aradı, herhalde spora gidiyoruz gel falan gibi şeyler söylediler ki çocuk türk insanının spora bakışı konulu tezimde kapanışı yaptıracak cümleyi sarfetti: "sipor mu? benim ihtiyacım yok" kapa parantez.

in other news sevdiceğim nihayet amerikalardan döndü. kendisine kavuşmuş olmamın mutluluğu akşamları gözlerimden okunuyor (sabahları 7de kalkıp işe gittiğimden bakışlarım biraz terbiyesiz şeyler söylüyor olabilir). "bana biraz oraları anlatsana" modunda gözlerimi kırpıştırarak dinlediğim amerika hikayelerinden değil de, sabahları izlediğim ntv haberlerinin etkisiyle fal fincanı kapatırken dileyecek yeni bir şey ürettim. haberleri izlerken sinirlenmediğim bir ülkede yaşamak istiyorum ben.

bir de dün rüyamda deprem olduğunu gördüm. daha doğrusu önce içinde bulunduğumuz binanın 6. katından insanlar düştü, parçalanışlarını falan gördüm yani net. sonra ikinci depremde baya baya sallandık, masaların altına falan girdik. yanımda hidrojeoloji mezunu/jeoloji masterı yapmakta olan ve bölümünde deprem olduğunda sevinçle karışık bir heyecan yaşanan kadim dostum aycan vardı, yanılmıyorsam afyondaydık. insanların düşüp öldüğü kat 6, bulunduğumuz yer kaza geçirdiğim afyon, yanımda geçen gün armada keklik'te otururken magic necmi'yi gördüğüm (ünlü saplantısı olan ve selami şahini gördüğünde bile eli ayağına dolaşan diğer kadim dostum ayfer yerine) aycan var. google'a "rüyamda deprem gördüm, ne iş?" yazdığımda çıkan yorum "İş yaşamınızda sıkıntılar yaşayacaksınız demektir. Ülkeler arasında savaş çıkacağı şeklinde de yorumlanır". allah baba bana bi ayar verecek bu günlerde ama, hayırlısı.

Friday, October 10

marry me


bayramdaki izmir ziyaretim esnasında çok kadim dostlarımdan biriyle buluştum. kendisinin yanında, o an itibariyle yakın arkadaşlarından birine ayarlamayı düşündüğü bir arkadaşı vardı. kız yeni tanışmış olmamıza rağmen neden o çocuğa tamamen yüz veremediği, doktor olduğu için okulda nasıl herkesi küçümsemeyi öğrendiği, uzaktan ilişki yürütülemeyeceği, doktor olduğu için erkeklerin onu nasıl taşıyamadığı, üzerine düşen erkeklere alıştığı için bu yeni çocuğun ilgisiz tavırlarına gıcık olduğu, doktor olduğu için hayatının nasıl herkesinkinden farklı olduğu, 3 senelik ilişkisinden sonraki tüm ilişki denemelerinde adamların tek taşla buna geldiği, doktor olduğu için aslında dünya üzerinde yapamayacağı bir şey olmadığına inandığı gibi ayrıntıları benimle paylaşmaktan çekinmedi. bu noktada kafanızda kızla ilgili "güçlü, kariyer peşinde koşan, kendini beğenmiş kadın" tadında bir imaj oluştuğu kanısındayım. şimdi o imajı unutun. zira yolun sonu noktasında kız evlenmek, işten çıkıp eve gelip kocasına yemek yapıp çocuklarıyla ilgilenmek istediği ve iş yerindeki arkadaşlarıyla nasıl patlıcan yapılırdan öte bir konu konuşmadığı 'simple' bir hayat hayal ettiği beyanında bulundu. ben tabii bir noktada kendimi tutamayıp hem ilişkilerden kaçan, hem de görücü usulü evlenmeyi düşünmeyen biri olarak nasıl evlenmeyi planladığını sordum ve takdir edersiniz ki doktor hanım soruma mantık çerçevesinde bir cevap veremedi. ya da doktor olduğu ve hepimizden üstün olduğu için bir cevap vermiş ama ben anlamamış olabilirim.

şimdiki kurumumda işe yeni başladığımda sınıfımda hayattaki tek amacı koca bulmak olan kızları gördüğümde içine itildiğim düşünceler bu kız sayesinde beni bir kez daha ziyaret etti. kadınların sosyal hayattaki adımlarının geçmişten günümüze "18 ol, evlen", "üniversiteyi bitir, evlen", "üniversiteyi bitir, iş bul, evlen" ve nihayetinde "üniversiteyi bitir, iş bul, kariyer yap, evlen" şeklinde şekillenmiş olması canımı sıkıyor. kimse kadının ekonomik özgürlüğü ve toplum hayatındaki yeri konulu konferans girişiminde bulunmasın, zira 'ultimate goal'u evlenmek olan bi kadının benim gözümde bunu liseden mezun olup yapmasıyla garanti bankası müdürü olup yapması arasında pek bir fark yok. evlenip çoluk çocuğa karışma ve mutlu bir aile kurma hayali (ben sahip olmasam da) yargıladığım bir şey değil elbet; lakin bir kadının hayattaki tek amacı ve mutluluk kaynağı bu ise, üniversite amfilerinde işgal ettiği sırayı diyarbakır'da öğretmeni yok diye ağlayan kıza bırakmasını rica ediyorum.

ya da aynı doktor hanıma dediğim gibi "ben eğlenilecek bir kadın olduğumdan olsa gerek, sizi anlayamıyorum".

Tuesday, October 7

sağlama

Del Bosque, Çalımbay, Tigana ve en sonunda Sağlam...
Bütün bu adamlar başarısız, bir tek yönetim başarılı, öyle mi? (İ.A.)

düğün çorbası

sevdiceğim amerika'ya düğüne gider de ben durur muyum diyerek 25 ekim cumartesi günü istanbul'da sait halim paşa yalısında yapılacak bir düğüne katılmaya gidiyorum (bu girişten sonra o gece yaşananları onur baştürk edasıyla yazmamı beklerseniz pek de hata etmemiş olursunuz). vefakat istanbullu arkadaşların dediğine göre bahsi geçen mekan biraz uzakmış. ben de kalacak yerden önce uçak/otobüs bileti soruşturan bir insan olarak bir telaşa kapıldım haliyle. sonra farkettim ki benim istanbuldaki çoğu arkadaşım anadolu yakasında yaşıyor. kaldı ki avrupa yakasında yaşayanlara gitsem bile ankara-istanbul arası verdiğim otobüs bileti kadar bi parayla taksi tutmam falan gerekiyor(muş). giyeceğim kıyafet ve katıldığım aktivitenin doğası da göz önünde bulundurulursa; yanında kaldığım kişinin bana kuaför vs önerebilecek durumda olması, tercihen arabası olması ya da evinin bulunduğu yerden gideceğim yere kadar insanüstü olmayan miktarlarda taksi parası ödenecek olması vesaire vesaire gerekiyor, çok bilinmeyenli denkleme bir-iki.

an itibariyle hangi sorun için ararsan ara, "kutunun fişini çıkartıp 10 saniye bekleyin" önerisinde bulunan ve her sorunu halleden digiturk görevlileri gibi işbitirici arkadaşlar istiyorum 'groovy' hayatımda.

Monday, October 6

kırmızı bayraklı kız

aylardan hangi aydı hatırlayamıyorum, yine üzücü bir şehit haberiyle çalkalanıyordu ülke. eline bayrağını kapan yollara dökülmüş, arabalarıyla konvoy moduna geçmişti. "halk akıllandı, toplumsal tepki kendini gösterdi" yorumlarına inat, ben bunun çok cibiliyetsiz ve cahilce olduğunu düşünmüştüm o zamanlar. rakı masasında ülke kurtaran ya da takımını şampiyon edenler gibi, bilmediği veya daha da önemlisi hakkında hiç bir bok yapmadığı bi mevzu için, dostlar alışverişte görsün misali 'çok önemsiyorum' pozlarına girmek, bana göre kaypaklığın ta kendisi. iki gün önceki acı olaydan sonra da tecrübe ettiğimiz üzere, haber bültenleri için de vazgeçilmez bir malzeme oluyor vatan evlatlarının vatan için can vermesi. hepimiz üzüldük, ancak ekranlara istiklal marşı fonuyla cenaze görüntüleri döşemek duygu sömürüsünün en aşalığıdır bence.

bir kaç hafta önce okullar yeni açıldığında, yanlış hatırlamıyorsam diyarbakırdan bir haber geldi ekranlara. 5. sınıfa giden bir kız çocuğu, köylerindeki okula öğretmen gönderilmediği için köyün küçük çocuklarını toplamış onlara okuma yazma öğretmeye çalışıyor. kıza mikrofonu uzatıyorlar, gözlerinden dökülen yaşlar ve ağzından dökülen tek cümle: hiç bir şey istemiyorum. sadece öğretmen göndersinler.

işte senin devletini yıllardır yöneten farklı hükümetler, oradaki insanları insandan saymaz, onlara hizmet götürmezse; iki gün sonra o köye "ben sizi eğitirim" vaatleriyle gelen pkklıya kendini teslim eden ve 5 yıl sonra canlı bomba olarak insanların içine salınan o çocuğu kimse suçlayamaz. yıllardır orada olan azınlıkları geçtim, türkleri bile yok sayan zihniyetin ürünüdür giderek artan terör. dolayısıyla, üç gün sonra gelecek olan "19 terörist öldürüldü" haberine boşuna sevinir insanlar, zira terörist dediğin amip misali - daha da kötüsü 'bölünmeden' çoğalıyor. yurdumun tepkisel insanları da, "en iyi kürt ölü kürttür" faşizmiyle bayrak sallıyor arabalarının camlarından, facebook sayfalarından.


29 Temmuz 2006. Bingöl'ün Genç İlçesi'nde teröristlerin döşediği mayının patlaması sonucu şehit olan Binbaşı Adil Karagöz için ilk tören Bingöl İl Jandarma Komutanlığı'nda yapıldı.Oğlunun şehit olduğu haberini aldıktan sonda iki gündür uyumayan ve iğnelerle ayakta durabilen Fatma Karagöz (60), cenazenin eve getirilmesini beklerken feryat etti. Her şehit cenazesinde 'Vatan sağ olsun' denildiğini belirten Karagöz, "Ben 'Vatan sağ olsun' demeyeceğim. Çünkü bugüne kadar hiçbir şey yapılmadı. Olan bize oluyor, ateş düştüğü yeri yakıyor. Öksüz kalan kuzularımıza (torunları) ben şimdi ne diyeceğim, ne cevap vereceğim? Oğlum şehit oldu içim yanıyor" diye haykırdı.

Saturday, October 4

today's zaman


..but I believe in chemicals baby

Friday, October 3

yellow polka dot bikini

--> gidiş yolunda (kendi geçirdiğim hariç) 3, dönüş yolunda da biri canlı canlı olmak üzere 2 kazaya ve/ya kalıntılarına şahitlik ettikten sonra, kurban bayramında kıçımın üzerine oturmaya ve evden dışarı adımımı atmamaya karar vermiş bulunmaktayım.

--> izmirde bana laf attılar, götüm kalktı. hani izmirin kızları güzel olur dolayısıyla erkeklerinin de güzellik algısının yüksek olması beklenir ya o manada. şimdi kalkıp da "ulan erkek milleti dişi kediyi bulsa affetmez" diye düşünenleriniz olabilir, ama bu benim güzel olduğum ve amelenin birinden laf yedim diye götümün kalkmış olduğu gerçeklerini değiştirmez.

--> yine izmirde otobüste yanıma oturan kadın, kucağındaki çocuk uslu dursun diye "yapma bak teyze kızıyo" dedi. teyze ne lan?

--> şu istanbul simidi tadındaki gevrek var ya, pek cibiliyetsiz. simit dediğin ankara simididir. ha, boyoz denen şeyden ankarada bi üretseler konu biter o ayrı.

--> hani gece yatarken pijamanızın paçası böyle dize doğru toplanır ya, uyuz oluyorum. çorapla da hayatta yatmayacağım için çözüm bulamadığım bir sıkıntı bu kış günleri.

--> şampiyonlar ligi maçının olduğu bir akşam bayram gezmesini aklım almıyor, kabullenemiyorum.

--> şu boyner amcanın akbankla ortak çıkardığı fish denen kart var ya. avantajlarını vesairesini bilmem ama reklamı insanı en hassas yerinden vuruyor be arkadaş. gerçekleşmemiş hayaller falan. beni bu yaşımda bunalıma soktu.

--> tipi tarif edilebilen ancak adı katiyen hatırlanamayan ünlüler vardır ya, çok boktan bişey bence onlardan olmak.

--> alışveriş yaptığımda mutluluk hormonu salgıladığımı kesin olarak kanıtladım. bu bağlamda ikeaaaa evinizin herşeyi.

--> mtvde bi kuşak var. adı lame. hani gümüş rengi mi altın rengi mi herneyse (doreyle lameyi hep karıştırırım ben). işte ben ona denk geldiğimde, ama her seferinde ekrandaki lame yazısını ingilizce 'leym' tabir ettiğimiz şekilde okuyor ve dandik klipler kuşağı olduğunu düşünüyorum bikaç saniye.

--> geçen aklıma geldi, candan erçetin'in (ki baya baya sevmediğim bi insan) yalan diye bir parçası vardı. o zaman biz lisedeydik. muhabbeti açılmıştı, hiç sevmiyorum ben demiştim. çok sevdiğim edebiyat öğretmenim de (ümmühan topçu diye hatırladım adını şimdi) "bizim yaşımıza gelince anlarsın" demişti. hala mana veremiyorum.

--> uzun süredir görmediğim bi arkadaşımı (misal ilkokuldan, ama öyle çakma facebook buluntusu olanlardan değil) rüyamda gördüğüm zaman panik oluyorum başına bişey mi geldi acaba diye. sezgileri kuvvetli kadın imajı çizmeye çalışıyorum kendimde ama hiçbizaman da bi bok olduğunu görmedim.

--> ama şöyle bi olay olmuştu, normalde hep 7. caddede karşılaştığım ve sohbet ettiğim bi arkadaşımı (liseden) görmemezlikten gelmiştim bi gün acelem var durup da konuşmakla vakit harcamayayım diye. iki gün sonra ölüm haberini aldım. tribe girdim sonra, görmemezlikten gelmedim kimseyi.

--> meşhur ayşeciğin oynadığı bi pamuk prenses ve 7 cüceler filmi vardır. ordaki cüceleri gözünüze getirin. şimdi de birtakım yaşlı anadolu kadınlarını. benzerliği bir tek ben mi görüyorum?

--> iskambil kağıtlarının aşk hayatlarıyla ilgili şöyle inançlarım var: kupa kızıyla sinek valesi şirret iki tipin aşkı, kötü karakterler. karo kızıyla maça valesiyse ideal çift, prensle prenses gibi. kupa valesi sinek kızı olursa, ulan o kız o çocuğu nasıl düşürmüş. karo valesi maça kızı olursa da dominant kızla ezik erkek.
I had you at 'iskambil kağıtlarının aşk hayatı' didn't I?