Tuesday, December 30

yeniyılyeniyılyeniyılyeniyıl



doğru düzgün süslenmeye bile ihtiyaç duyulmayan alışveriş merkezleri ve sokaklar bize yeni yılın geldiğini layığıyla haber verememiş olsalar da, yağan karla ve yaptıkları çılgın planlarla biraz olsun yeni yıl moduna girmiş olduğunu tahmin ettiğim arkadaşlara selam ederim. ben yarın 08.50-15.30 saatleri arasında çalışacak, üstelik 12.40ta dersi gözlemlenecek bir eğitim neferiyim. sevgilim yılbaşında çalışıyor (çubuklu hayal kahvesi); bense alkol komasına girmeyi planladığım bir ev partisine davetliyim. 1 ocak günü haberlerde izleyeceğim "yeni yılın ilk bebeği", "bir sene böyle geçti" tadındaki haberlerin heyecanıyla yaşıyorum. 'new year resolution' belirlemeye bile mecalim yok; sadece bu sömestr bitsin sportif ve yediklerine dikkat eden voodoo girl kimliğime geri dönmeyi planlıyorum. "I've been a good girl, Santa!" kategorisinde ise sevdiceğimin aldığı süpersonik The Andy Warhol Collection by Pepe Jeans London t-shirtüm var. ben de ona football manager 2009 aldım, gönüller bir oldu. siz de mutlu olun, yılbaşı gecesi eğlencesi için beklentilerinizi yükseltip göt olmaktansa normal bir günmüş gibi takılın, "1 günde dünyam mı değişecek" domuzluğunu bir kenara bırakıp yeni bir başlangıç ve yeni umutlar için kapınıza gelen fırsatı kaçırmayın.

herkese kutlu olsun.

elde var 2

Monday, December 29

Emre Aydın kliplerinde oynamış olmanı bile affettim

Şebnem Dönmez - hastasıyız

Sunday, December 28

mekanım cennet

godsyndrome ve mellöcüğüm aynı konuda mimlemişler beni. konumuz en sevdiğimiz mekanlar.

room sweet room: evet ben de mellö gibi odamla başlıyorum çünkü eskisi gibi mekan mekan gezelim alemlere akalım modumuz kalmadığından en mutlu anlarımı çoğu zaman bizzat kendi odamda yaşıyorum. canım benim. hele yeni dekorasyonlarımla retro rocks konseptindeki odam beni benden alıyor o derece.

nada: son zamanlarda haftasonları teenager sayısındaki ve üçyüzbeşyüz müzikteki artışa rağmen, özellikle çok kalabalık olmadığında gerek mekanın sevimliliği gerek çalışanların saygılı tutumu gerekse deniz mahsülleri salatası, nada burger ve nada shot olmak üzere yiyecek içecek seçenekleriyle sevdiğimiz bir mekan. ilk açıldığında daha kimse bilmediği için çok güzeldi, şimdi ankara gencinin "neresi patlıyorsa oraya gidelim hacı" şeklinde özetlenebilecek gece hayatı anlayışının kurbanı olma yolunda ilerliyor. allahım sen koru.

tribeca: tunalıdan girdik öyle devam edelim. özellikle yazın akşamüzerleri yemek yemek, bir de haftasonları kahvaltıları için ideal. diner kahvaltı tabağını denemeyene şiddetle tavsiye ediyorum. amerikan tipi steakleri ve ince hamur pizzaları da oldukça lezzetli. yalnız mojitolarını hiç önermiyorum. yakın zamanda koydukları plazma tvlerden amerikan futbolu yayınına başlayan mekan biraz içerdeki atmosferinden oldu bana kalırsa, ama hala iyi bir seçenek.

leb-i derya: yenisi, eskisi farketmez; istanbul'a her gittiğimde uğramak istediğim bir yer. apple martiniyi tek geçiyorum.

konak pier home store cafe: bir ankaralı olarak manzaraya vuruldum tabii, yiyecek içecek önerisi hatırlamıyorum bile.

inönü stadyumu: hey gidi günler. bunu da inanın fanatik beşiktaşlıyım stadyumu yazmazsam olmaz kafasında yazmadım. beşiktaşlı olmasam da inönü stadyumunun büyüsü beni etkilerdi diye düşünüyorum. altında çim saha, kafanı kaldır gemileri izle, kapısından çık dolmabahçeye selam ver. olmaz böyle şey yoksa rüya mı.

hacettepe beytepe kampüsü: hele şimdi kar da yağmış, nasıl güzeldir be kampüs. öğrenci arkadaşlar kıymetini bilsinler. hayalet kampüstür, hiç bir numarası yoktur, doğru düzgün cafe falan bile yoktu bizim zamanımızda ama; soğukluğunda, tenhalığında bile bir asalet vardır beytepe kampüsünün. yaşamayan bilemez.

lizbon: bir şehir bu kadar içten, bu kadar güzel olamaz. gitmediğim bin tane avrupa şehri var, ama bugün şansım olsa ilk lizbona tekrar gitmek isterim. 5 sene geçti, hala lizbon resmi görünce içim burkulur. ah be. şehr-i hayalim lizbonum benim.


ulan bu mim de kesin "aman tanrım ne kadar havalıyım bakın bunlar da takıldığım mekanlar" kıvamında başlamıştır ama ben duygusala bağladım. kendisini bilgisayarımı adam eder etmez mimini cevaplayacağımı burdan duyurmak istediğim kiralık beyin ve ankaralı kontenjanından hiçkimseye paslıyorum.

Saturday, December 27

imdat

taa kasımın başında, şu yazımda bilgisayarımdaki problemleri anlatmıştım. pek sevgili bilgisayarım aynı sıkıntıları eskisinden de sık çıkartıyor format sonrası. cinnet geçirip bir beyzbol sopasıyla bilgisayara saldırmama saniyeler kaldı. siz sevgili okuyucularımdan ya acil bir çözüm ya da (amerikan filmi setinde yaşamadığımdan) bir beyzbol sopası rica ediyorum.

Thursday, December 25

christmas

happy'si merry'si beni bağlamaz hacı; ben tatilime bakarım.

peas on earth

A-E-I-O-U nothing: kiğılı diye bir marka var ya. nedir o, hangi fonetik zekanın ürünüdür, nasıl ortaya çıkmıştır. bunları öğrenmek istiyorum.

she looks like a model, except she's got a little more ass: sinir olduğum bir şey var, "sen inceciksin, nerene rejim yapıyorsun" kafasındaki insanlar. benim kendimi rahat hissettiğim belli bir kilo var ki ona ulaşmaya çalışıyorum. sen şişkosun diye benim yediklerime dikkat etmem neden problem oluyor onu anlamıyorum.

on the boulevard of broken dreams: deli gibi aşerip aldığım peynir-soğan aromalı büyük boy rufflesı açıp da içindekilerin parça parça olduğunu görünce benim de kalbim parça parça oluyor.

touch it, bring it, pay it, watch it, turn it: millet koyunları kopyalaya, marsa falan adam gönderedursun; ben ipodu yana doğru çevirince bunu nasıl algılayıp da görüntüyü yan yatırıyo onun şokunu yaşıyorum.

Tinkywinky, Dipsy, Laalaa, Po: ailemizin sanatçısı götümün kenarı keremcem, daha ne kadar saçma olabilir ki diye düşündüğümüz an bize golünü attı ve kita isimli bir animasyon karakteriyle düet yaparak klip çekti. genç çifte mutluluklar diler, teletubbies gibi çocukları olmasını temenni ederiz.

sucks to be you: ferhat göçer denen adamın suratına sıçmam.

Wednesday, December 24

snowjob

bugün okula gelip 6 saat ders anlatmak durumunda olduğumdan, yollardaki erimiş karı büyük bir memnuniyetle ayaklarıma doğru süzdürüşüyle beni hayretler içinde bırakan çizmelerimi giydiğimden, dışarı çıkıp sigara içmeye kalktığımda yüzüme yüzüme çarpan kar tanelerini de dumanla birlikte içime çekmek zorunda kaldığımdan karla ilgili romantizm beklemeyin benden. ıssız adam saçmalığını "karların üzerindesin götün donuyo uyu de geber" repliğini msn nicklerine taşıyacak kadar beğenen gerzekler yapsın o edebiyatı. zaten sabah kampüsteki ilkokulun bahçesinde çocukların deli gibi kartopu savaşı yaparken ne kadar da mutlu olduklarını görünce anladım ki kar bile büyüdükçe anlamını yitiren şeylerden. eskiden olsa tatil yağıyor diye tempo tutardık, şimdi perdeyi açıp karı görünce kimbilir trafik ne haldedir diye düşünüyoruz. kader utansın.

Monday, December 22

Gece - Konser

25 Aralık Perşembe, If Performance Hall.
Bu defa avea saçmalıkları da yok, içki-sigara yasağı da.
Gelmeyeni, gelip de voodoogirl'e bir selam vermeyeni dövüyorlarmış.

biz seni sevinmek için sevmedik

ama sen de anamızı ağlattın be beşiktaş..

maç analizi yazısı yazmayı sevmediğimi bilen bilir. o işi profesyoneller yapmalıymış ve ben konuşunca kahvedeki adamın ahkamı başlıklı yazılara imza atıyormuşum gibi gelir. ancak dünkü maçtan sonra bahsetmek istediğim ve kabullenemediğim bir tavır var futbol severlerle ilgili. dünkü maçı izledim, hakemle ilgili yorumların alıp başını gideceği belliydi. sıkıntı zaten budur, artık öyle bir ligimiz var ki hakeme güvenden eser kalmamış. holosko'nun hareketi direk penaltı, değil diyen futboldan anlamıyordur zaten. top kontrolden uzaklaşmaya başlamışken yapılmaması gereken gereksiz bir hareket. sonradan attığı gol affettiremedi benim gözümde holoskoyu; gol attıktan hemen sonra penaltı olmasaydı oyunun temposu farklı ilerleyebilirdi çünkü. ilk gol maç esnasında izlediğimde faul değilmiş gibi geldi ama internette gördüğüm bir fotoğraf aklımı karıştırdı biraz. otoriteler ne dedi bilemiyorum, yenildikten sonra futbol programları yaraya tuz bastığından izlemedim. delgadonun sarı kartı zaten sürekli tartışılan "hakeme kart işareti yaparsan cıs olur" saçmalığının tekrar tartışılmasına sebep oldu ancak benim anladığım delgado orda kart işareti yaparken "bana ilk harekette çektin kartı (gösterilen kart işareti) buna göstermeye niye götün yemedi şerefsiz" demeye çalışıyordu daha çok. öyle olmasa bile hakeme kart işareti yapmanın sarı karta yolaçması, dün gördüğümüz ardanın düştükten sonra kart işareti yapar gibi kalkıp kuralı hatırlamasıyla "aman yok hacı bişey yapmadı süper karar verdin" hareketine çark etmesi gibi komik görüntülere sebep oluyor. dünyanın en saçma kuralı. kart mı istedin al sana kart bebeliğinden başka bir şey değil.

ben de iyi ki maç analizi yapmadım. ama tüm bunlardan bahsetmemi bir yere bağlayacağım da ondan. demem o ki evet hakeme güven kalmadı ligimizde ve dün de skora direk etki edecek şekilde olmasa da oyunun dengesini bozacak kalitesizlikteydi hakemin yönetimi bana sorarsanız. ama dangalakça oynadığınız ve kaybettiğiniz bir maçtan sonra suçu hakemlere yüklemek ve "hakem düzgün olsaydı" diye başlayan cümleler kurmak bence biraz "galata galata köpeklere salata" kafasında bir iş. senin takımın oyunuyla ortalığın amına koydu da hakem mi vermedi golünü? sen hiç bir hata yapmadın takım olarak da tüm hataları hakem mi yaptı? böyle bahaneler yenilginin gerçek nedenlerinden uzaklaşıp "biz aslında iyiyiz de hakem sürekli hakkımızı yiyor" ilüzyonunda kaybolmamızı ve sorunları düzeltmek adına hiç bir bok yapmamamızı sağlar. ligin en çok korner kullanan takımı olarak hala kornerden gol atamayışımızı, taç kullanırken nerdeyse her seferinde rakibe top kaptırışımızı, ileriye top taşıma adına istikrarlı bir görüntüye hiç bir zaman ulaşamayışımızı da mı hakeme bağlayalım?

hakemlerin güven vermeyişi daha çok keyifsiz maç izlememe sebep oluyor benim. "yine ne numaralar dönecek bakalım" paranoyaklığıyla. onun dışında tüm sinirim iki ayaklarıyla bir kartal ski kaldıramayan futbolcularımıza, "ertuğrulu yerinden ettin de sen ne düzelltin şu takımda" diye çemkirmek istediğim denizli'ye ve elalemin attığı golü alkışladığı staddan yükselen "yıldırım demirören yeter" seslerine kulak tıkayan orangutan başkanadır.

Saturday, December 20

hamama giren terler

ankara'nın uzuv donduran soğukları ve "yılbaşında napıyoruz?" muhabbetleriyle hayat bulan aralık ayı, benim için bitmeyen hastalık ayı oldu ey okuyucu. bir türk filmi kadını zarafetinde kan tükürmek suretiyle yataklara düştüğüm o günlerden sonra bir türlü toparlanamayan bünyem sürekli arıza çıkartarak zaten sinir stres içinde geçen günlerime iyice sıkıntı katıyor, deliriyorum. gecelerim saçma sapan rüyalar, deli gibi terlemeler ve 2 saatte bir 'ben nerdeyim' hissiyle uyanmamı sağlayan ataklarla geçiyor son bir kaç gündür. millet christmasla yılbaşının farkını bilmeden "gavur bayramı kutluyoruz" cahilliği ve gudubetliğiyle şehrin tüm ışıklandırmalarından ve alışveriş merkezi çamlarından uzak dururken; ben "yeniyıl yeniyıl yeniyıl yeniyıl herkese kutlu olsun" şarkısını mırıldanarak armada senin ankamall benim gezip içimdeki o tüketici toplum insanını uyandırmak istiyorum. ama nafile; nihayetinde tüm cumartesi öğleden sonramı kadim dostlarım ayfer ve aycan eşliğinde 'terleyip hastalığımı atma' amacıyla hamamda geçiriyorum.
hamam çok başka bir dünya. düzenli olarak hamama gitme alışkanlığı olmayanların kafasında 5 yıldızlı otel formatı sosyetik göbek taşları belirdiyse üzgünüm, normal hamamlar pek de öyle olmuyor. bahçelievler hamamı apartmandan bozma bir yer olduğu için karacabey ve şengül hamamları gibi tarihi bir dokusu yok. keseci teyzelerin gülerken yumruk yaptıkları ellerini dostça birbirlerine vurup "kıı" lafını sıkça sarfettikleri bir yer. ağdacı en kritik hamlelerden önce muhabbet açıp aklını acıdan almaya çalışmak gibi ulvi ve psikolojik görevler üstleniyor. içerdeki müşteriler genelde 3'e ayrılıyor. bikinililer, yani çok fazla hamama gelip gitme alışkanlığı olmadığından kıyafet raconunu bilmeyenler. don-sütyenliler, yani hamama gelip giden ancak utangaç olduğundan tamamen soyunmaktan kaçınanlar. havvalar, yani allah ne verdiyse salınanlar. son grup genellikle yıllardan sonra yerçekimine karşı koyamamış memeleriyle önünüzden geçip duran ve geleceğiniz konusunda sizi bunalıma sokan yaşlı teyzelerden oluşuyor. ben ve kadim dostum aycan tabii küçüklüğümüzden beri hamam kültürünün içinde büyüdüğümüzden, bu bahsi geçen görüntüler bize doğal gelse de diğer kadim dostum ayfer ilk 15 dakikasını etrafı izleyerek ve çaya para vereceğimizi duyunca "girişe 15 lira verdik bari bir yerli içki dahil etselermiş" lafıyla tepkisini dile getirerek geçirdi. çıkarken saatlerimiz sanıyorum 3tü, kendimizi 2 kilo kadar vermiş ve tenimizi bir ton açılmış hissediyorduk. büyümüştük ve dünya kirlenmişti belki ama en azından biz temizdik; üstelik memelerimiz de şimdilik dikti.

Thursday, December 18

footballer's wife


ispanya'da bir internet sitesi en çok kazanan futbolcuların listesini yapmış, şöyleymiş:

1-Zlatan İbrahimoviç (İnter): 12 milyon euro
2-Lionel Messi (Barcelona): 10 milyon euro
3-Kaka (Milan) ve Eto'o (Barcelona): 9 milyon euro
5-John Terry-Frank Lampard (Chelsea): 8.16 milyon euro
7-Thierry Henry (Barcelona): 8.06 milyon euro
8-Fernando Torres (Liverpool): 7.92 milyon euro
9-Michael Ballack (Chelsea): 7.8 milyon euro
10-Steven Gerrad (Liverpool): 7.68 milyon euro

tabi ben yine gıcık oldum. hayır adamların götünden ter akıyor kazanıyorlar da, ya o karılarına ne demeli? hem futbolcu kocan olsun ülke ülke gez, hem maçta gol atsın sahadan sana işaretler çaksın (voodoo girl ve zaafları 101) hem de bir bok yapmadan para içinde yüz. oh ne ala memleket. gerçi ibrahimoviç shopping spree olsa çekilmez, sen gönder bana ordan kaka + 9 milyon euro gönüller bir olsun.

Tuesday, December 16

ararım ararım ararım seni her yerde

öncelikle bloguma inatla "sevdice (bu ne abi?) voodoo girl blog" araması yaparak giren arkadaşa selam eder; binlerce gossip girl, ıssız adam ve sagopa kajmer (ulan ne alakaysa dinlemem etmem) aramaları arasında göze çarpanları bir bir sıralarım efendim:

1. ferrari kornası dinle: züğürt tesellisinin tanımı.

2. atın intikamı at kadını sikiyor: at kadını sen elini, bu işte bir terslik yok mu?

3. esra erolla sex: gözüm izdivaçta değil bir kere versen rahatlarım diyor.

4. tisko tisko partizane: hayti hayti tüm türkiye.

5. barbie kınada: bence müthiş fikir. bir gün concept partiler veren bir insan olursam ilk temamı buldum.

6. selena "31 malzemesi": bence de öyle ama kaç katım para kazanıyor oyuncu ayağına şıllık.

7. zevkine kendini teslim eden kızlar: çok edebi yazmış yaa, hayrına biri biryerlerinden tutsun şu çocuğun.

8. sexte gelen su: içilir mi hocam, caiz midir?

9. kız seni harikalar kumpanyası: açıyor memelerini açıyor.

10. izmirde erkeklere emo saçı yapan kuaförler: hahahaahhaahahahha. emre aydın'a sor o bilir.

çöktüm, yazamıyorum

tatilden döneli, işe başlayalı, readerda bayram boyunca yazılmış sayısı 200'ü bulan postları görüp "çüş artık" diyeli çok oldu ancak yazamadım. elim belim içim ve dahası bilgisayarım buraya dönmek istemedi. şimdi bile zor çıkıyor kelimeler, aklım hazırlamam gereken bin tane şeyde çünkü. evet ben son zamanlarda böyle bir insan oldum. yapmam gereken çok şey olduğundan sürekli aklımda şu an bunu yapıyorum ama aslında şunu da yapıyor olmam gerek halleri hakim bana. ünlü düşünür haydar dümen bu kafa doluluğunun seks esnasında orgazmı engelleyen bir şey olduğunu söyler mesela, eğer googleda "orgazm olamıyorum ne yapayım göster" yazıp da buraya yönlendirilen biri olursa yardımım dokunsun diye yazıyorum bunu. herneyse, bu kafamın sürekli bin parçaya bölünmesi olayı o kadar saçma boyutlara ulaştı ki yapacak hiç bir işim olmadığında bile şöyle gerizekalı bir moda giriyorum: bilgisayar oynuyorsam acaba şu an tvde güzel bir şey kaçırıyormuyum, tv izliyorsam acaba şu an bilgisayar oynasam daha mı çok eğlenirim. böyle dangalak bir insan oldum, kurtulamıyorum.
tatilleri de gerçekten sevmiyorum arkadaş. öyle bir hayali gerçeklik yaratıyor ki insanın kafasında, insan gerçek hayata döndüğünde kaderden okkalı bir tokat yiyor. ıssız adam'daki -yerseniz- o büyük aşka kendini inandırıp eski sevgilisini arayan ve "ne ıssızı ben senden sonra 50 karı siktim şimdi de evliyim ve 3 çocuğum var seninle de zaten memelerin güzel diye takılmıştım bir ay" cevabını almış bir kızın yediği tokattan. acısı inanılmak istenmeyen gerçeklendiğinde saklı. bundan güzel slogan olur bak yazın bir kenara. neyse işte, tatili sevmediğim için tatilde istanbulda yaşadıklarımı anlatan bir postum da olmayacak. ama yakında bloga "liz vuduyu eve attı" başlıklı bir fotoğraf koyabilir, ve tatilimin ne kadar güzel geçtiğini ima etmeye kalkabilirim; siz inanmayın.
tüm bu olaylar olurken, ben 12 saat uyusam bile uykuya doyamaz bir depresif hallerdeyken, genelde iftar zamanı görülen bir sessizliğin hakim olduğu 7. caddede siyah eteğim, siyah kulaklıklarım, gri çizmelerim, gri paltom (gocuk) ve kırmızı atkımla kendimi -hiç gitmediğim- rusya'da yürüyormuş gibi hissettiren bir ruh halindeyken; uzun zamandır beklenen de oldu ve bilgisayarım çöktü. perşembe formata götürülecek. o zaman saçlarım yana taranmış, gözlerim siyah kalemli soruyorum sizlere: peki bana formatı kim atacak?

Tuesday, December 9

ikinç

"curiosity killed the cat" özlü sözünü değiştiriyorum bu gece, "boredom killed the cat" olarak. insana neler yaptırıyor kendileri. bakınız işte ben de burdayım.

ilk postum ruhumun derinliklerini ve psikolojik durumumu anlatsın isterim; dolayısıyla çok kısa ve öz olacak.

"spending a saturday night with a refresh button"

buyrun burdan yakın.

şeklinde başlamış bundan tam 2 sene eksi 1 gün önce blog serüvenim. yarın istanbulda olacağımdan bu postu bir gün erkenden yazıyorum. ilk seneden farklı olarak geçirdiğim bu ikinci senede okuduğum bloglar da, beni okuyan insanlar da artış gösterdi. blogum biraz daha fazla okunuyor diye ayşe arman modunda takılmadığımı ve canım ne isterse onu, canım nasıl isterse o şekilde yazdığımı blogu takip eden pek çok kişinin bildiği kanaatindeyim. bu blog işi popülerleşmeye devam ettikçe, bazı konular klişe, bazı üsluplar sakıncalı, bazı tercihler de rahatlıkla eleştirilebilir hale geldi; farkındayım. açıkçası benim sikimde değil (zaten senin sikin yook kiii löö löö löö löö). ha, şöyle bir durum da yok değil. reader'da takip ettiğim blogları okurken genelde alfabetik sırayla gitsem de, bazen iyi ya da komik yazdığına inandığım bloggerları -yemek yerken de en sevdiğim kısmı en sona bırakmam gibi- sona bırakıyor ve tadını çıkarta çıkarta okuyorum. eğer ben de bu iki senede birileri için öyle bir blog haline geldiysem, mutlu olurum, gözlerim dolar, beni sizler yarattınız moduna girerim ve götüm kalkar. ancak bu, "ben artık şöyle şöyle bir bloggerım, sorumluluklarım var, bilmemne hakkında yazmak çok klişeleşti bana yakışmaz, blogda şu olayı da ben başlattım millet beni taklit ediyor şahaneyim" gibi triplere girmeme sebep olamaz. ben kendimi tatmin edecek şekilde yazılarımı yazmaya devam ederim ve bundan başkaları da tatmin oluyorsa bu da "icing on the cake"dir. eğitimci kimliğimi hiç aksatmam, yazılarımla güldürürken öğretirim.

günün anlam ve önemine uygun olarak, kutsi'den (ki kendisi blogu ilk açtığım günlerde bana çok malzeme olmuş birisidir) 'nice mutlu yıllara doğum günün hatrına' diye sözleri olan şarkı bu blogu okuyan herkes için gelsin diyecektim; sonra google'a sordum "kutsinin doğum günülü şarkısının sözlerini getir" diye, bir baktım ayrılıkla ilgiliymiş o şarkı. aman allah ayırmasın. biz yine geçen seneki favorimiz olan "doğum günüm bana geldiğin gündür" diyelim, gönüller bir olsun.


Monday, December 8

Gece - Konser



10 Aralık Çarşamba, Beyoğlu Hayal Kahvesi.

Ordayım, ordasın, orda. Biletler Biletix'te.

Sunday, December 7

izmir'den ablam gelmiş evde bir bayram havası

birazcık gençlik enerjim olsa, dün akşam tam da "ay önce buraya gittik sonra şuraya aktık sonra bilmemkimi gördüm böyle oldu" tadında post atılacak bir cumartesi yaşadım. ama takdir edersiniz ki nerde bende o enerji. özet olarak nada gereğinden fazla kalabalıklaşmadığında ve öğrencilerimle karşılaşmadığımda çok güzel, inatla hala çok güzel; ama flat olmamış diyoruz. açanları tanıyor olmamız sebebiyle kendilerine tam 3 kez şans tanıdım ama yok. ortada mimari sebeplerden yıkılamayan kolon ve o yıpratıcı müzikler olduğu sürece o mekandan adam olmaz, onur baştürk havamla söylüyorum. zaten ankara gecelerinin en güzel anı aspava'da soslu soğanlıdan ilk lokmanın alındığı andır, değişmez.

"cuma günüm tatil değil o yüzden gelmeyiz" söyleminden yan çizen ablamın evlenip de terkettiği şehrine bayram ziyareti yapıyor olduğunu ve günün ilerleyen saatlerinde kocası, anneannem ve dayımla burda olmasının beklendiğini duyunca, "istanbul'a ne de olsa salı gecesi gidiyorum, ödevleri pazar pazartesi hallederim" rahatlığındaki bünyemi bir telaş aldı; zira ablamla doğru düzgün vakit geçirebilmek için iki ders planımı da bugünden yazsam hiç fena olmaz. saatlerimizin 1 olduğuna ve benim şu anda o ders planlarını yazıyor olmak yerine o ders planlarını yazıyor olmaktan bahsediyor oluşuma bakarak neyi ne kadar gerçekleştirebilitem var sanıyorum anlamışsınızdır.

ilerleyen günlerde "voodoonun istanbulu fethi", "gece 10 aralık'ta hayal kahvesinde", "blogdaki 3. yılım" gibi postlarda görüşmek dileğiyle, esen kalın.

Friday, December 5

footfuckin'ball

Herkesin futbolu sevip sevmeme hakkı vardır. Sözde bilimsel bir genellemeden hareketle futbola karşı a priori'lere dayalı, bütünüyle ideolojik bir vizyon geliştirmek çok daha fazla sıkıntı vericidir. Bu bağlamda, eğer bazı fantazmalar sözkonusu değilse, argümanların, gerçek olguların irdelenmesine değil yanlış argümanlara, abartılı genellemelere dayanması daha da sıkıntı vericidir. Futbolseverler, sevdikleri sporun olası veya güncel saptamalarının en fazla bilincinde olan kimselerdir. Paranın ağırlığı, doping, şiddet, ırkçılık en tartışmalı sorunlardır. Ama utanç verici olaylar adına futbolu bütünüyle mahkum etmek, bazı seçilmişlerin görevi kötüye kullanması nedeniyle demokrasiyi mahkum etmeye, karşıtlıklar doğurduğundan tartışmadan vazgeçmeye, bazıları tuhaf şeyler yazdığı için entellektüellere ifade yasağı getirmeye ya da öksürdüğü için hastayı mahkum etmeye benzer. Halkın tutkuları ya da ortaklaşa heyecanlar konusunda, korku, küçümseme, ve her türlü kibirli düşünceden sakınmak gerekir. (Pascal Boniface, Futbol ve Küreselleşme)



Thursday, December 4

belki bir nefes daha var

ya da öldür istersen. izlemek için tık.













Wednesday, December 3

feel free to drop dead

kasım ayına ait 48 postun ağırlığından mı, günde 5 post ortalamasına ulaştın hayırdır (a.k.a hayvan mısın) yorumlarının nazarından mı bilinmez, aralık ayı başladı ancak elim bloga gelmedi sayın seyirciler. halbuki soğuk bir aralık akşamında başlamıştım yazmaya bilenler bilir, bilmeyenler için de yıldönümünde bahsedeceğim bittabii. özel bir ay yani. üstelik yılın ilk karı kadar önem taşıyan yılın ilk "ee yılbaşında napıyoruz?" sorusu da bir arkadaş ortamında (toplanıp ekonomiden ve dünya gündeminden bahsediyoruz da, ondan böyle yazdım) gündeme geldi ve benim için aralık ayı official olarak başladı denilebilir.

daha önceden bahsettiğim şubat tatiline kadar yoğun olma sendromu, bayramdan sonraki hafta itibariyle kendini en ağır şekliyle hissettirmeye başlayacak. bunun stresi yetmiyormuş gibi, bin tane medikal iş de beni meşgul etti bu son haftalarda. tam bunu söylediğim an, hastaneyi arayıp test sonuçlarımı öğrenmediğimi hatırladım. haberin yok ben ölüyorum şarkısı kendimden kendime gelsin. işbu yoğun dönemde, daha önce garip hareketlerde bulunan ama dilinden anlamadığım için yardımcı olamadığımdan bahsettiğim sevgili bilgisayarımın beni dönüşü olmayan bir yola sokmasından da çok korkuyorum. god save voodoo girl's computer.

daha önceki bir yazımda kurban bayramında kıçımın üzerine oturacağımı yazmışım, yalan. bana yine istanbul yolları bana yine konser var. bunu daha sonra yazacağım. merak unsuruyla bloga adam bağlama taktiği uyguluyorum, yersen.

şimdi geçen gün sınıfta tabu oynarken "government" kelimesini anlatmaya çalışan arkadaşının "what does akp do for us?" sorusuna "nothing" diye cevap veren canım öğrencimin de içinde bulunduğu mini mini upper sınıfımın writinglerini, text summarylerini ve vocabulary journallarını kontrol etmem gerekiyor. böyle de bir eğitim neferiyim, bilirsiniz.

If you got glitches in your life computer turn it off and then reboot her.
Now you back on.
dediğim günler de gelecek, biliyorum. gelecek de bir gün gelecek ve hatta müdür müdür müdür.

Sunday, November 30

Mehmet Günsur

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 16
forgive the cliché





Carmen Electra

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol.8



ara beni öptüm seni seni

çok sık yazıp bokunu çıkartıyorum ayda bir yapılması gereken işin ama aşağıdakileri görünce dayanamıyorum.

1. maykıl ceksinin kaç çocuğu var: bu fenomen arkadaş aramalarına son sürat devam ediyor. ediyor da, yabancı şarkılarıydı hayatıydı derken tehlikeli sulara çocuklardan bahsederek adım atmış, aman diyoruz.

2. kezmana benziyo: cevap veriyorum ankaragücü kalecisi serkan.

3. gossip girl ile ilgili neler olacak?: soru işaretini bile eksik etmemiş, adabıyla spoiler arıyor.

4. hair vajina pictures: arkadaşım senin gibilere am buldun kıllısını mı arıyorsun derler afedersin.

5. bu gayler sapıtmış izle: ah yurdumun gizli gayleri ah.

6. yellov kızlar: sarışın demek istiyor herhalde. çift dilli google aramalarının hastasıyım.

7. sevgilimle seviştim: bu da bir bok yedim bari google takdir etsin de rahatlayayım psikolojisi sanıyorum.

8. ıssız adam ne zaman vizyondan kalkıyor: bence de daha fazla yer işgal etmesinin bir manası yok.

9. donnie darko'yu anlayan varmı: canım yaa yazık kendi anlamamış kamuoyu araştırması yapıyor.

10. nasıl.geç.gelinir.sexde: aynen.böyle.dura.dura.

Friday, November 28

bana yalan söylediler ıssız adam iyi film dediler

bir stewie misali çağan ırmak'a gidip paramı geri isteyeceğim, planım budur. zira filmle ilgili bir tane bile iyi şey söyleyemeyeceğim. millet müziklerden bahsetmiş, tamam eski 45likler muhteşem de, bunun çağan ırmak'la bir alakası yok, şarkıların kendileri güzel. onun dışında nedir, almış toprak sergen-okan bayülgen'in özgür karması bir tiple koca memelerini taşımak için sütyen takmak yerine çantasını meme yüksekliğinde takan tipi, elemanlar film boyunca senaryoyu okuyor. rol denen bir şey yok filmde, vallahi çıldıracağım, nerede o herkesin anlata anlata bitiremediği oyunculuk? ben size söyleyeyim, kızımızın iyi rol yaptığı tek sahne tam ayrılık mevzusundan önce bardağı yanlışlıkla sert bir şekilde tezgaha koyunca verdiği tepki, ki eminim o da bilinçli yapılmamıştır, doğal oldu diye montajlanmamış bariz. herif dünyanın en itici tipi, değişik kamera açılarıyla karizmatik gösterilmeye çalışılmış film boyunca. senaryo yeterince desteklenememiş, konuşmalar sahte ötesi, karakterler de rol yapma özürlüsü olunca, film nasıl oldu da bazı insanları içine çekti, sonunda ağlattı inanın anlam veremiyorum. hayatımda 2. kez (ilkini hatırlayamadım şu an) 10 dakika ara verildiğinde sinemayı terketmek istedim. okuduğum hemen her yazıda muhteşem bir aşk hikayesi olarak lanse edilen şey bana göre klişelerle dolu, tamamen tahmin edilebilir, ve amerikan gençlik dizisinden tercüme edilmiş gibi duran konuşmalarla desteklenmeye çalışılmış (yapmaya çalıştık ama olmadı) bir saçmalıktan öteye gitmiyor.

bir de insanların kendilerini filmdeki karakterlerle özdeşleştirme durumu var, yazmazsam çatlarım. herkes kendinden bir şeyler buluyormuş filmde. vay arkadaş, meğersem etraf muhteşem stüdyo dairelerde yaşayıp çok sevdiği bir işi yapan, dünyanın en büyük aşklarını yaşayan ve koleksiyona meraklı bohem gençlerle doluymuş da haberimiz yokmuş. hayatlarında -muhtemelen en az bir kez- erken boşalan bir erkekle yatmış olmak dışında, yurdum kızlarının filmdeki hangi olayla kendi hayatları arasında paralellik kurduğunu anlamak mümkün değil. mevzu bağlanma problemi yaşayan bir erkekle beraber olmaksa, uyandırayım, erkeklerin %90ı zaten insan doğası gereği tek eşli olamadıklarından bu problemi yaşıyorlar. dolayısıyla zamanında böyle bir sebepten ayrılık yaşamış her insanın "ah kuzum bizim ilişkimiz bambaşkaydı" tribine girmesine ve zamanında msn iletilerinde kin kustuğu ilişkilerine birdenbire edebi anlamlar yüklemesine neremle güleceğimi şaşırıyorum.

bir ay yatıp kalktığı bir herif tarafından "ben seni haketmiyorum" yalanıyla tekmeyi yemiş kızlarımız kendilerini bu filmle ve "o ıssız bir adamdı, beni aslında çok sevdi ama alıştığı hayattan vazgeçemedi" yalanıyla kandıradursunlar, benim gözümde ada-alper ikilisinin hikayesi romeo & juliet'inki gibi aşklara hakaret niteliğinde ve kanımca hayatında hiç aşık olmamış bir insanın elinden çıkmadır.

nerede ulak, nerede ıssız adam. yıprattın beni çağan ırmak.

Wednesday, November 26

noluyo lan

fdün akşam sevdiceğimle fener maçını izliyoruz. ben dedim ki bunlar şimdi yenilirse bize bilenecekler. sevdiceğim de dedi ki tam tersi de olabilir, yenmenin gazıyla bize patlayabilirler. böyle yorumlar yapıyoruz işte bu maçın bizim maça olası psikolojik etkileriyle ilgili, şimdi fenerbahçeli arkadaşlar kızacak ama, ben dedim ki "bari mal volkan hatalı bi gol yese de morali bozulsa". bunu dediğim an çat ilk gol oldu mu. en son -rıdvanvari 'gol olacak bu pozisyon' dediğim ve olanları beşiktaşla alakalı olduğundan saymazsak- bu tarz bir olay lisedeyken gelmişti başıma, fenerbahçe galatasaray maçı, ben gayet tasasız izliyorum fanatik taraftarlarla birlikte. arif var o zamanlar, oyuna sonradan girdi, ben yavşak yavşak "aha arif girdi şimdi penaltı olur" dedim. oldu mu oldu. ölümden döndüm o gün (abart).

postun sonuna da volkan resmi koyuyorum ki sevgilisinin ettiği "Başlangıçta çevredeki bütün masalar bize bakmadan bir restorana gidemiyorduk. Benim, onu kıskanmak için daha fazla nedenim olduğu kesin" lafını kavrayamayalım hep beraber.


biraz terlemişim de afedersin

Tuesday, November 25

bir elimde beş parmak

baş: cumartesi okan bayülgen'in programında helin avşar'ı gördüm de. o kafasındaki peruk muydu? zira saçları o halde olan kızlar görüyorum okulda ben sürekli, başörtüsüyle okula girmek yasak olduğu için. öyle bir haldeydi helin kızımız da. bu arada, normal perukla tesettürlü peruğu farklı şeyler mi yoksa onlar başörtülerinin üzerine takıyorlar diye mi o kadar yapay duruyor? cidden soruyorum bunu.

işaret: özellikle demet akalın tarafından başarıyla icra edilen "eski sevgiliye skimde değilsin konulu şarkılar söyleme" olayının hastasıyım. skinde değilse şarkı da yazma. laf. unuttum demek bile onu hatırlamaktır der, bir ibrahim erkal edasıyla uzaklara dalarım.

orta: gıcık olduğum bir olay var. şimdi iki atm yanyanaysa, iki sıra yapılıyor ya. bence öyle olmamalı, ortada tek bir sıra olmalı. çünkü böyle olunca ne oluyor; misal ben birinde bekliyorum, benden sonra biri geliyor yanımdaki sıraya giriyor. onun önündekinin işi önce biterse, o atmyi benden önce kullanıyor. benim önümde duran atm özürlüsü diye ben neden cezalandırılıyorum? piyango bileti almıyoruz ki herkesin şansı kendine olsun. kim erken gelirse onun hakkıdır boşalan atm. (sabah programı ünlüsü tonlamasıyla) yanlış mıyım?

yüzük: bir erkek tipi var, böyle koyu renk saçlı ama beyaz tenli, saçlar jölelenmiş ama çakma pumalı clubberlar kadar abartmadan, bilekte bir takım zımbırtılar, spor ayakkabı. işte bu tipi barındırmayan bir kadın giyim mağazası bulamadım ben daha.

küçük: tuvaletlerdeki "küçük" ve "büyük" yazılarının aslen neye tekabül ettiğini çok geç yaşta öğrenenlerdenseniz, yalnız değilsiniz.

ara ara belki de bulursun

I heart google analytics. Buyrun yeni listem.

1. maykıl ceksının hayatı, maykıl ceksının ilk hali: ulan anladık taktın adama da, aramalarından sonuç alamadıkça "ben bir yerde hata mı yapıyorum?" diye de mi düşünmez insan. adam müslüman oldu diye adı da okunduğu gibi yazılmaya başlandı diye mi düşünüyor acaba yurdum insanı anlamadım ki.

2. yaşlılarda sex: al işte voodoo, her postunda şöyle yaşlandım böyle yaşlandım dediğin için bu da sana ceza olsun.

3. sevgilime asılan kıza cavap vermek: yok öyle bir şey. saçından tuttuğun gibi yapıştırıyorsun duvara.

4. amo gril kız fotoğrafı: kötü öğrenci writingi okuyan bir hoca gibiyim nerden düzeltmeye başlayacağımı bilemiyorum. sanıyorum amo gril emo girl demek. eğer öyleyse bir daha kız niye yazdın? amaan ben de deli miyim emo sever bi insanda mantık arıyorum.

5. ağaçkakan voodoo: ahahahahah süper yeni nickim budur.

6. erken kalkmıştım woke up: bayıldım bu insana. iki dilde de yazıyor ki hani google birini anlamaz falan. garanti olsun.

7. comfort sex arkadaşı: bu ne be marka gibi.

8. good girls vajina: çok tatlı yaa. sadece vajinası değil kalbi de temiz olsun diyor adeta.

9. götü güzel oyuncular: açık ve net. tebrikler.

10. avril lavigne pornosu buldum: allahaşkına bana da gönder!



Monday, November 24

öğretmen olmak böyle bir şey

Türk Eğitim-sen Başkanı İsmail Koncuk, öğretmenlere ilişkin bir anketin sonuçlarını açıkladı.

Ankete göre, öğretmenlerin yarıya yakını kazandığı ücretle zor geçiniyor. Geliriyle rahat geçindiğini söyleyenlerin oranı sadece yüzde 6.

Araştırmaya göre, öğretmenlerin yüzde 71’inin borcu var. Borç miktarı 3 bin ile 50 bin YTL arasında değişiyor. Öğretmenler en büyük sorun olarak, ücret yetersizliğini, toplu sözleşme ve grev hakkının olmamasını ve siyasi baskıyı görüyor.

Tüm bu tabloya karşın, öğretmenlerin yüzde 34’ü, “yeniden dünyaya gelseniz ne olurdunuz” sorusuna “yine öğretmen olmak isterdim” yanıtını veriyor.

ntv haber

öğretmenim canım benim

günümüz kutlu olsun





Sunday, November 23

ruhumu asla

bir arkadaşım bedenlerin ruhlardan daha hızlı hareket ettiğini, bu yüzden seyahat ederken gidilen yerde insanın kendini bulmasının bir kaç gün alacağını söylemişti ben gençken ve gökyüzünün bile farklı renk olduğu yabancı bir ülkenin topraklarındayken. büyüyünce anladım ki ruhlar sadece mekanlar değil zamanlar arasında da seyahat edebiliyolar; terkedip gittikleri bedenleri tekrar kazanmak, hep ters düştükleri akılları karıştırıp sadistçe bir zevk almak için. ama ben yemiyorum. çünkü sabaha hepsi geçiyor. "pışıııık" demek istiyorum geçmişten gelen ruha. böyle de bir çocuk var hala içimde, ölmeyen.



mükemmel bir pazar için


- öncelikle kafa boşaltılır. yani yarın işte ne yapacağım, efendim şunu da yetiştirmek gerek gibisinden düşünceler gönderilir uzaklara.

- dolaptaki patatesli ve ıspanaklı böreklerden ısıtılıp schweppes mandalina eşliğinde yatakta kahvaltı edilir.

- bilgisayar açılıp gündelik blog okuma, mail kontrol etme işleri rahat rahat yapılır.

- bir önceki gün öderken ellirimizi titreten tüm yeni bakım malzemeleri özenle kullanılır, saatler süren bir banyo ve sonrasında bakıma devam edilir, en sevilen pijamalar giyilip film izlenir.

- artık saati gelmiş olduğundan maç açılır, rakiplerin puan kaybettiği haftada güzel bir oyunla 3 puan alınır.

- bakım çöreği olmanın ve 3 puan almanın verdiği mutlulukla dışarı çıkılıp arkadaşlarla kağıt/okey tadında kahvesel faaliyetlere girilir; ya da o durumda televizyon izlenerek mayışılır.


şu anda %50 oranında ilerliyorum. you go voodoo girl.

yayalara korna

araba kullanırken arkaya doğru selektör yapmak için el feneri kullanımından sonra trafik adına ikinci teklifimi sunuyorum: yayalara korna. zira yayalara yeşil yanarken durmayan arabaların arkasından bağırarak küfretmek beni kesmiyor; onlar gibi olur olmaz zortlamalarda bulunmak, önümden hızla geçerlerken arabalarını çizmek, ve bu bile yetmeyeceğinden hepsi kızlarının aşk herşeyi affeder mi coverının arabalarında durmadan çalmasını sağlayacak mekanizmalar kurmak istiyorum.

sarp - tek başına'dan daha kötü bir cover yapıldıysa bu ülkede, yayalara korna da olmayacak iş değil.




Friday, November 21

imama gel

Erdoğan: Ben YouTube’a giriyorum, siz de girin

Gazeteciler, CHP’ye başörtülülerin sokulmadığı yönündeki iddiasını YouTube’deki görüntülere dayandırdan Başbakan Erdoğan’a YouTube yasağını hatırlattı. Bunun üzerine ise Erdoğan, “Ben giriyorum, siz de girin” dedi.

ntv haber

Thursday, November 20

biz şöyle bir kadın olamadık

yine sex and the cityden gireceğim ama, onlar kadar fancy restoranlarda ya da designer kıyafetler içinde olmasa da, bizim de arada sırada bir takım kız arkadaşlarla biraraya gelip "I couldn't help but wonder" anları yaşadığımız doğrudur. geçtiğimiz günlerde, işte böyle anların birinde de konu bir şekilde oraya gelince "ulan biz şöyle bir kadın olamadık" lafını kullanış sıklığımızı farkettim. yanlış anlaşılmasın, olamadığımız kadınlar insanda "vaay bee" tepkisi yaratan, ne bileyim angelina jolie gibi kadınlar değil. örneğin, evinde pijamalarıyla otururken sevgilisi gelecek ve ona kesinlikle bakımsız görünemez diye hemen üzerine bir şeyler giyip gözaltı kapatıcısı süren kadınlar. örneğin, sevgilisini uçan kuştan kıskanıp, her türlü internet profilini kapattıran ve zaman zaman cep telefonunu karıştıran kadınlar. örneğin, yanlarında godamanlarıyla bir takım mekanlara gidip masada şişeler açtıran ve kesinlikle elini cebine atmadan yaşayan kadınlar.

tüm bu saydıklarım benim kadınlığıma ve ilişki yaşama tarzıma tamamen ters olduğundan, 'öyle bir kadın olamama' serzenişi kadınların bu hallerine özendiğimden değil, erkeklerin bu tarz kadınlara verdiği tepkilere şaşırmamdandır. zira çevremden gözlemlediğim bu tarz kadınların ilişki kurma ve kurdukları ilişkiyi sürdürme konusunda gayet de başarılı oldukları. belki nitelik olarak bakıldığında öyle olmadığı görülür, ya da belki bir ilişkinin niteliğini değerlendirme hakkını kim kendinde görebilir ki; ancak ben bazen gerek kendi gerekse karşı cinsimin bu kadar salak olmasına katlanamıyorum. kadınların bir hülya avşar misali gururluluk, güçlülük, iyi kadınlık mavraları atıp da yine bir hülya avşar misali boynuzun biri bin parayken erkeklerinin dizinin dibinden ayrılamayışlarını; erkeklerinse iş lafa ya da 'kanka' tabir ettikleri kızlara gelince rahatlığa ve modern düşünceye şapka çıkartıp iş sevgililerine gelince "hayır o mini eteği giyemezsin" tadında çıkışlarda bulunmalarını da ikiyüzlülükten ve karaktersizlikten farklı sıfatlarla ifade edemiyorum. bu yüzdendir ki "şöyle bir kadın" olamıyorum.

ne emmeye ne gömmeye

zaman zaman kariyer sahibi ve sex and the city havalarında kadınlar biraraya geldiğimizde "ulan aslında zengin bi koca bulup oturcaksın tüm gün çalışmak da neymiş" isyanlarımız vardır, itiraf.com ama yok kardeşim gerçekten sabahtan akşama kadar evde oturmak sıkıcı bir iş. buraya da yazmış olduğum üzere ben bir kötüydüm ya, işbu yüzden mesa hastanesi doktoru bana bir takım medikal ağızlar yapıp boğazımdan kültür alma maksadıyla uzun bir kulak çubuğuyla ağzımın derinliklerini dürtükledikten sonra 2 gün istirahat etmemin iyi olacağını buyurdu. ben de iki gündür yatak hapsindeyim. içim şişti. televizyon, bilgisayar,aylaklık bir yere kadar. bünye kaldırmıyor.

haliyle yarın işe gidecek olmamın sevinçli bir yanı bu. ikinci yanıysa yarın okulumda uluslararası bir English Language Teaching seminerinin gerçekleşecek olması. olayı "distinguish" kelimesini "distingaş" diye telaffuz etmeye kadar götüren öğrencilerimize inat; "perspectives on teaching pronunciation: where theory meets practice" tanımlı seminer yarın bilkent otelde bizleri bekliyor. döpyesimi giyip elime dosyamı alıp gidiyorum, bir de gözlük takıyor olsaydım tam olacaktı. tam bir öğretmenim yani yarın. a teacher for all seasons hesabı.

bu hastalığım 2 gün evde yatıp dinlenme fırsatı verdi saolsun yalnız çok kötü bir zamana denk geldi. tam da kur geçiş zamanı, ki haftaya çarşambadan şubat başına kadar biraz yoğun ve stresli bir dönem bekliyor beni bunu sonra anlatacağım, hazır ders hazırlama derdi ertesi güne iş derdi yok gönlümce gezer eğlenir ve ne zamandır ihmal ettiğim tüm arkadaşlarımla buluşup sosyalliğin doruklarında dolaşırım diyordum. bin tane arkadaşım da bu kararı aldığımı duymuş gibi arayıp haftasonu bir şeyler yapmayı teklif etti. fakat ben hastalığımı tam olarak yenmeden kendimi dışarı vurup, ankaranın göt dondurucu soğuğunda tekrar hasta olmak ve hayatımın iş bakımından önemli bir dönemine tekrar hastalanarak girmek istemiyorum. "bir ankara klasiği olarak avmlerde buluşmak" olayıysa bana uzak.

ne halime bir çözüm bulabildim ne yazıma bir bitiş. öyle bir hallerdeyim.

celebrity fuck match

yatakta kötü olmasına çok şaşıracağımız ünlüler - vol. 3

Ashton Kutcher [zira demi ablanın bir bildiği olmalı]



groove is in my ipod


liz hanımefendilerin mimi, bu aralar mp3 çalarımızda nelerin bulunduğu. bakalım:

bir kere büyük bir sıkıntım var, artık 8 gblık ipoda upgrade ettiğimden rahat rahat full albümler indirmek istiyorum lakin üşengeç bir insan olduğumdan olmuyor. bak şimdi hatırladım taa nezaman tyra desalvom bana bir adres yazdırmıştı gir burdan indir diye unuttum gitti. benim müzik olayım biraz armut piş ağzıma düş modunda, ya biri direk link verecek ya da çekip getirecek böyle işliyor. mesaj alınmıştır umarım.

şimdi bakıyorum ipoduma, vazgeçilmezlerim tabiiki yerlerinde: nodoubt, beatles, arctic monkeys, gece, jamiroquai, madonna, placebo, garbage, romeo & juliet soundtrack.
içnot: şimdi listeye şöyle bir baktım da arctic monkeys ve gece dışındakilerin hepsi baya eskiden beri dinlediğim şeyler sanıyorum yeni müziklerle tanışma vaktim gelmiş.

arada bir inanılmaz dinleyesim geliyor listesi var bir de: hot hot heat, depeche mode, cardigans, radiohead, the killers.
içnot: hot hot heat'i rock'n coke'ta canlı dinleme şansına eriştiğim için ne kadar şanslıyım allahım.

dinleyelim sakinleşelim kategorisinde ise: röyksopp, air, mercan dede, bir de zero 7 olacak da benim bilgisayardakiler biraz düzensiz olduğundan tyra'nın göndermesini bekliyorum hehe.
içnot: röyksopp sensiz yaşayamam.

yo yo adamım kategorisinde: beyaz kıç justin timberlake, kelis ve beyonce.
içnot: bday albümü bence gerçekten başarılı.

üçyüz beşyüz kategorisinde: chemical brothers, daft punk, prodigy (hey gidi günler), benny benassi ve timo maas.
içnot: timo maas - help me türünün en güzel örneklerinden biri değil de ne.

bunlar dışında bir de podcastlerim var, design dışında bir insanın ipod kullanma sebebi olurlar yani, onlarda favorilerimse: david guetta, groovelectric, in the groove jazz and beyond, the vocal trance session ve podrunnerlar.

bu mim üzerine indie, alternatif, biraz r&b, daha çok brit soundlar, vokal ağırlıklı underground ve ayrıca "bir de şu tarzı denesen" tadında önerileri bekliyorum. mimi de adını bu kadar geçirdikten sonra tabiiki tyra'ya paslıyorum.



Wednesday, November 19

Jason Kay

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 15



uzaklarda arama çünkü sen içimdesin

google analytics eğlencemizin ikincisi, sanılandan kısa sürede geldi efendim. buyrun.

1. a teacher for all seasons ne demektir: diye soruyor şair ve bana yönlendiriliyor google tarafından. başka soru?

2. aybenin kilosu: ne sen sor ne ben söyleyeyim.

3. bir genç kızın dolabında bulunması gerekenler: bunu google'dan ziyade ipek ongun'a sorman daha yerinde olabilir.

4. how can I call the girls in my hotel in istanbul: you can't. go fuck yourself.

5. beşiktaş'ın şampuanlar ligindeki maç özetleri: bu şaka değil mi? sırf arama motorunda gözüksün de bizi eğlendirsin diye yazıldı değil mi? değil mi??

6. cilveleşen kızlarla sex: kandırmışlar seni onlar gösterir ama vermez.

7. füzulı bir insanım: buna google'ın nasıl bir cevap vermesi beklendi ben onu merak ediyorum.

8. pijamalı jelibon: bence müthiş fikir.


9. kemal'in aq: ben de.

10. maykıl ceksının yabancı şarkısı: ahhaahahahahahahahahahahahahah

Monday, November 17

83lüyüm sexte güçlüyüm

bugün bana birşeyler oldu. zaten sabah yorgun argın uyandım, tek gözüm açık kalkıp sınav gözetmenliği zımbırtısını buldum, o uyku sersemi halimle nasıl bir umut acaba okulda olmam gereken saat 9 buçuk mu diye. tabii ki değilmiş, kalktım giyindim spor çantamı hazırladım taktım kulaklıkları çıktım. plan yapıyorum pilatesten sonra biraz da ağırlık çalışayım bi yarım saat en azından koşayım hazır bu ara eve iş götürülmeyen zamanlar kıymetini bileyim takarım kulaklıkları mis gibi dert yok tasa yok derken çat ipodun şarjı bitti. o an beni nasıl bir gün beklediğini anlayıp koşarak eve dönmeliymişim haberim yok. okula git öss gibi 4 saat sınavı gözet bi de o halinle. bana bi gelmeye başladılar. aman allahım. boynumu çeviremiyorum, boğazım ağrıyor (boğazlarım şişmiş dayımgillere gideyim dedim yolda şarzım bitti), vücudumda bi ağırlık, başım dönmeye başladı falan derken riske atamadım tabii, çöpe attım spor hayallerimi bindim servise eve geldim. bu arada bütün eşyalarımı spor çantama doldurmuştum, ekstra çanta yok yani yanımda, ama spor çantasını da eve taşımamın manası yok çarşamba yine okula götürülecek nihayetinde. doldurdum montun ceplerini. cüzdanı da elime aldım. pazara gider gibi çıktım okuldan.

eve geldim ilaç aldım yatıyorum. yanağımda bir kaşıntı hali. yine isim koymaya müsait bi sivilce çıkıyor diye düşünürken elimi bi attım biraz genişçe bir şişkinlik bölgesi. aynaya baktım böyle garip böcekler ısırınca insanı abuk bi şekilde kabarırsın ya öyle bir görüntü. 10 dakika sonra geçti. içime cin mi kaçtı acaba? kendimi şehirden uzaklara atayım, kabuğuma çekileyim, dinleneyim desem; iş var güç var nereye. kaldı ki hiç o tarz hayalleri olan da bir insan değilimdir. I heart digiturk ve internet. kendi iç sesimi dinleyecek olsam televizyonun sesini kısar öyle dinlerim nedir yani, bana göre değil doğayla başbaşa ruhumu arındırıyorum tripleri.

iş bu haldeyken yatmaktan sıkılıp geldim blogun başına blogger arkadaşlar çalışmış saolsunlar 100 tane okunmamış post. readerda onlara bakıyordum, yavaş açılıyor ne olduysa, dünyanın en sabırsız insanı olduğum yine kanıtlandı 3 saniye gecikiyor görüntü sağımda solumda yapacak iş arıyorum oturduğum yerden. allah biz koç burçlarına yardım etsin amin.

blogger dedim de, geçen şunu düşündüm, şimdi bin tane insan blog yazıyoruz, birbirimize yorumlar falan, ama bunların çoğu birbiriyle tanışmıyor ya. hele de ankarada, ne kadar muhtemel bir şey buraya yorum yazan bloggerlardan birinin arkamdaki masada oturuyor olması. böyle bir şey düşününce de film karesi gibi oluyor. garip. bu konudan da şuraya atlayacağım alakasızca, blograzzi denen şeyle hiç alakalı olmadım (bir kez kimdi godsyndromedu sanıyorum çakma voodoogirl var demişti de neymiş diye girmiştim) ama lisede popülerlik yarışması yapılıyor hissi veriyor oranın puanlama sistemi, ne kadar okunuyorsun, kankaların kimler falan gibi zımbırtıları. blogger facebook olmasın be hacı. rica ediyorum.

öyle bir post yazdım ki sonuna "msnde arkadaşlarımla müthiş eğleniyorum" copy/paste'i şart oldu.

e.b.:
kııızzz
e.b.:
senin için gittiğin yağmurla gel sarkısın isticem kral tv den
e.b.:
şimdi seyret

bir genç kızın çantası karıştırılmaz

tam da godsyndrome'un sitesinde bu aralar bayan bloggerlar arasında "çantanda neler var?" miminin yaygın olduğunu okumuş ve "ben de bayanım bana neden uğramadı" triplerine girmiştim ki, kelebenk'in beni mimlediğini gördüm.

efendim çantamda pek tabii cüzdanım ve cep telefonum var. cüzdanım da süpersoniktir ama üşendim şimdi fotoğrafını çekmeye. yapılacak işi çok beyni az bir insan olarak bir adet "checklist" taşıyorum yanımda mütemadiyen, morning glory'den herkese tavsiye ederim çok güzel. üzerinde marilyn monroe resmi olan harikulade sigara tabakamın vidamsı şeysi bozulduğu için mecbur sigaram paketle duruyor, malboro lights yandan açılan gümüş paket (madem paket taşıyoruz bari onun güzeli olsun). çakmak olarak sağ üst köşede gördüğünüz mü-kem-mel şey sevdiceğimin hediyesi (bunun resmini internetten bulduğum için üşenmedim). bir de anahtar haliyle, bi dönem (hala var mı bilmiyorum) D&R'da böyle değişik voodoo bebekli anahtarlıklar satıyorlardı onların şeytan-vudu karması olandan, yanında "blondes have more fun" yazan bir adet anahtarlık daha bir de taa ne zaman bjk store'dan aldığım 1903 anahtarlığı eşlik ediyor anahtarlarıma. kitap, bu ara yüz yıl önce okumaya başladığım ama son zamanlarda çok ihmal ettiğimden hala bitiremediğim "futbol ve küreselleşme". sondan bir önce ipodum. son olarak da her an nefessiz kalma tehlikesiyle boğuştuğumdan burun spreyi.

yazının başında da bahsi geçen godsyndrome beyimiz her kızın çantası aynı demiş, düşündüm haklı olabilir. benimkinde farklı olarak makyaj malzemesi, dudak parlatıcısı, ayna falan bulunmaz. bir de burun spreyi defolu ama marjinal bir hava kattı itiraf edin.

mimi de moda tasarımcısı (so kuul) arkadaşım liz'e paslıyorum madem, onun çantasından çıkar kesin entel dantel bir şeyler.

Friday, November 14

Konser - Gece

16 Kasım Pazar
Anatolia

yarışmaya ankara'dan katılan bloggerları bekleriz. gelenlere bonus olarak voodoo girl'le tanışma fırsatı (götüm kalktı).

soyunmam değil, giyinmem haber olur

Billur Kalkavan - hastasıyız

Thursday, November 13

Mustafa

film/belgesel hakkında o kadar çok yazılıp çizildi ki, insan ister istemez bir önyargıyla, "acaba ben hangi tarafta olacağım" duygusuyla doluyor filmden önce. ben, bu olasılıktan mümkün olduğunca uzak durmak adına, hiç bir köşe yazarının filmle ilgili yazdığı yazıları okumadım, televizyonlardaki söyleşileri de izlemedim. filmle ilgili eleştirilere/yorumlara şahit olduğum tek yer, blog siteleriydi. dolayısıyla, elimden geldiğince önyargısız kalmaya çalışarak nihayetinde bu gün izleme fırsatım oldu filmi.Justify Full

öncelikle, sinemasal açıdan baktığımızda, beni çok da fazla içine çekemediğini söylemem gerek. uzun zamandır izlemediğimden çocukluğun verdiği bir naiflikle mi bilmiyorum ama, sarı zeybek'ten daha çok etkilendiğimi hatırlıyorum. bazı yerlerin birbirine tam bağlanamadığı, üzerinde çok az durulduğu (mecburiyetten olsa gerek), fotoğraflarla desteklenmiş kopuk kopuk olaylar zinciri şeklinde gösterildiği hissine kapıldığım anlar oldu. ancak bazı görüntüler ve ayrıntılar, örneğin son anlarına kadar atatürk'ün yüzünün gösterilmemesi, gerçek belgelerin gösteriliş şekilleri gibi noktalar hoşuma gitti. müziklerin etkileyici olduğunu düşündüm, ancak en vurucu olanı fragmanda da kullanılanmış onun üzerine bir ezgi duyamadım ben şahsen filmde.

eleştirilere gelirsek. öncelikle şu konuyu açıklığa kavuşturmakta fayda var. bu filmi eleştiren insanların, kendilerinde bu hakkı görebilecekleri tek alan, tarihin yanlış lanse edildiği, yaşanmış olayların yaşandıkları şekillerden farklı bir biçimde gösterildiği sahnelerdir. ben şahsen bu konuda tarih bilgime güvenmediğimden, böyle bir konuda farkına vardığım bir durum oldu diyemem. onun dışındaki "atatürk'ü neden böyle lanse etmiş, neden bu yönlerini daha çok öne çıkartmış" diyenler orada bir duracak. atatürk'le ilgili ilk kez böyle bir film yapıldığından, bana kalırsa bu insanlar filme yanlış bir misyon yükleme çabasındalar. can dündar bu filmi çektikten sonra "arkadaşlar, ben atatürk'ün insani yönünü de gösteren bir belgesel çektim, buyrun okullarda izletelim ki genç nesiller atamızı tanısın" dememiş ki. adam incelediği belgeler - ki bu belgelerin çoğu da bizzat atatürk'ün yazdığı günlüklerdir- sonucunda kendi kafasında çizdiği bir atatürk portresi koyuyor ortaya. sen, hangi sıfatla bu bakışı eleştiriyorsun? derdin genç nesillerin atatürk'ü doğru tanıması ise, gidip milli eğitim bakanının gırtlağına yapışacaksın, can dündar'ın değil.

benim başta da belirttiğim gibi bazı bloglardan okuduğum kadarıyla, yapılan eleştirilerin başında atatürk'ün çok fazla sigara ve rakı içen biriymiş gibi gösterilmesi geliyor. öncelikle filmde bunların bahsinin geçmesi, sonrasında atatürk'ün hastalığına sebep olarak sunulmasıyla bağlantılı hissi verdi bana. kaldı ki ortada yalan dolan bir şey yok, dolayısıyla tepkinin sebebini çözmüş değilim. bir diğer saçma yorumsa savaş zamanı atatürk'ün yazdığı aşk mektupları ve bunlara neden çok fazla yer verildiği. bir kere bana sorarsanız çok fazla yer verilmiş falan değil. bana o sahneler çok içten, savaşın tasvirini bir de böyle bir üslupla duyalım tadında geldi. diktatörlük mevzusuna gelince. bir kere açık olarak diktatör lafı, yabancı bir gazetede yazılan yazıdan alıntı yapılırken geçiyor. onun dışında, özellikle de muhaliflerin sesini bastırma kısmındaki anlatımdan böyle bir şey edinilebiliyor bu doğru. ancak can dündar bence o dönemde işlerin böyle yürümesinin şart olduğu gibi bir hissiyat içerisinde olduğunu göstermeye çalışmış atatürk'ün. zaten tarihi incelerken bir numaralı kural değil midir dönemin şartlarını göz önünde bulundurmak? atatürk'ün yaptıklarının adı gerçekten diktatörlükse, bu oturup tartışılabilinecek, ya da en azından öyle olması gereken birşeydir. "atatürk diktatör müydü?" sorusunun gereksiz bir şekilde tabu olmasının bence en büyük sebebi, diktatör sıfatının hitler'le özdeşleşmiş olmasıdır. ama biz atatürk de insandır, onu tabulaştırmayalım diyorsak, attığı bazi siyasi adımların pek tabii tartışılabiliyor olması gerekir.

son olarak en saçma bulduğum eleştiri, atatürk'ün dinsiz, müslümanlık karşıtı gibi gösterildiği eleştirisi. filmde açık ve net bir şekilde, atatürk'ün dini hayatın ve devletin neresine konumlandırmaya çalıştığı anlatılmış. "atatürk dinsizdi" hissi yaratabilecek hiç bir şey uydurma değil, kendi sözlerinden alıntı. onca şey içinden neden bunu ön plana çıkardı diye soranlar var, onlara cevabım ilk paragrafta yazıyor zaten. bunların çok ön planda olmasının sebebine dair şahsi fikrim, can dündar'ın da inançlarının bu doğrultuda olması, ve dolayısıyla atatürk'ün bu yönünü ve bu doğrultuda attığı adımları çok önemli buluyor olması. bu noktada en büyük derdimiz genç nesillerin ata'yı nasıl tanıdıkları, ya da atatürk'ü dinsiz göstermeye çalışanların ekmeğine yağ sürülmesi mevzusuysa, konu daha da komikleşiyor. çünkü bana sorarsanız atatürk dinsizdi diye onun liderliğini, bu ülke için feda ettiklerini ve başardıklarını hiçe saymak, atatürk kısa boyluydu diye aynı muameleyi yapmaktan farklı değil. böyle bir nankörlüğün literatürde yeri yok.

sonuç olarak, tarihin çarpıtılması durumu - eğer varsa - dışında, insanların neye dayanarak ve neden filme taşıyamayacağı bir misyon yükleyerek eleştiri sınırlarını zorladıklarını anlayamadan çıktım salondan. çok içki ve sigara tüketen, sanılanın aksine kısa boylu olan ve üstelik de dini bütün bir kişilik sergilemeyen bir liderimiz olmasını kendine yediremeyenler varsa bu ülkede, asıl yargılanması gereken durum budur; can dündar'ın filmi değil.

bim bam bom çok şükür dostlar benim de artık google analyticsim var

onda bunda görüp de özeniyordum millet google'da ne aramış da beni bulmuş yazılarına. nihayet ben de google analytics denen şeyi yükledim ve son 1 ayda yapılan arama sonuçlarına ulaştım. devamının geleceğini ümit ediyorum. seçtiğim 10 (random order) şöyle:

1. ayama bastın çocuk: bunu benden başka bilen birinin olması beni çok heyecanlandırdı kendisiyle tanışmak istiyorum.

2. benim en sevdiğim koşu bandı ucuz olanından: google'a soru soran, çeviri yaptıran zihniyetten sonra tarif edenler de başlamış demek, hoşgeldiniz.

3. forza sex zorla: buna bayıldım, atkısını yaptırcam.

4. hollandanın sexi sarı kızları: öyle bir yazmış ki hollanda halk türküsünün ilk dizesi zannediyor insan.

5. life is fuck: nannaaa nananaa life is fuck nannaaa nananaa

6. lincolnun kramponu ne: bu sorunun bana yönlenmesinden şeref duydum.

7. voodoo gibi: olamaz kimse.

8. aybenin videolarına bak: bence bakma gayet çirkin. ayrıca "bak", "getir"den sonra beni benden aldı popüler google emir kipi olarak.

9. women vajina pıcture: ingilizce yazmaya uğraştığını göz önünde bulundurarak bilimsel bir çalışma için aradığını düşünüyorum. aklınıza kötü bir şey gelmesin.

10. gossip girl sevişme: hepimiz onu bekliyoruz da tam göstermiyorlar.

kampüs

ihsan doğramacı heykeli a.k.a "gözlüklü Atatürk heykeli" (yaşanmıştır)

nankörlük etmeyeyim, üniversite hayatım keyifliydi. çok sevdiğim bir bölümde okuyordum, hiç zorlanmadan ortalama yapıyordum, arkadaşlarımdan memnundum, süpersonik zamanlar geçirdik falan filan. o zamanlar ankara'da hacettepe dışındaki hiç bir üniversiteyi sevmezdim. zaten benim okuduğum bölümden (linguistics/dilbilim) başka bir üniversitede yoktu. komşularımızdan odtü bana gereğinden fazla artist, kapıdan adam sokmayışıyla pentagon havalarında olan, bilgi zekası yüksek ancak sosyal zekası sıfır insanlarla dolu gibi gelirdi (hala da öyle gelir). bilkent ise zengin bebeleriyle dolu, kütüphanesi dışında bir özelliği olmayan bir üniversite, adeta orange county ankara şubesiydi. hacettepe bana göre her kesimden insanı buluşturan "etnik bir mozaik"ti. kampüsümüz de fena değildi, şöyle saatlerce sıkılmadan oturacağımız cafe tarzı bir yer arardık sadece, bizim zamanımızda yurtların oraya yapılan çarşı gibi yer yoktu. nacho'da geçerdi vaktimiz edebiyat fakültesine en yakın yer orası olduğundan. varlık içersinde değildik belki ama mutluyduk.

şimdiyse bizim yaşadığımızın "kampüs hayatı" olmadığını, bilkent üniversitesi'yle ilişkilerim ilerledikçe anlıyorum. bilkentin bir "yat klübü"nden öte bir yer olduğunu, öğrencilere sunulan fırsatları, açılan ilginç dersleri, sergileri ve konferansları ancak mailimden takip ettikçe anlıyorum. tabii en büyük sıkıntı, bu imkanları değerlendirecek öğrenci kapasitesindeki azlık. üniversite hayatımı hala yüzümde bir tebessümle anıyorum ancak dün spordan çıkmış servislere doğru yürürken, birinci sınıf oldukları her hallerinden belli öğrencilerin heyecanla tunus servisine doğru ilerleyişlerini de deli gibi kıskandığımı inkar edemem.

bu blogu okuyan pek çok insan için artık çok geç sanıyorum fakat yaşı müsait olanlara güzel bir üniversite hayatı için allahtan zengin bir anne baba veya süper bir beyin diliyorum, amin.

çakma ak partisi

"Alternatif Parti"adıyla yeni bir parti kurulmasına ilişkin dilekçe İçişleri Bakanlığı'na verildi.

okuma yazma bilmeyen yurdum insanının amblemleri karıştıracağına olan inançla kurulmadıysa bu parti ben de neyim.

Wednesday, November 12

vudu'ya sormuşlar, blogunda en çok neyi seviyorsun?

o da demiş ki, sağdaki bölümlere koyduğum isimleri seviyorum. stendhal syndrome, my personal coma ve blogumu okuyanlar elime mum diksin.
(ilk ikisi Chuck Palahniuk'ın Diary isimli kitabından alıntıdır)

merci.

Gossip Girl - Recap


- buradan dizinin senaristlerine sesleniyorum: bugüne kadar karakterlerdeki tutarsızlıklarınızla, saçmalıklarınızla bizleri gizliden aptal yerine koydunuz, ses etmedik. ama bu bölümde artık alenen yaptınız bunu. ekranı flulaştırdığınızdan anlamıyormuşuz gibi, her flashback sahnesine "last year" yazmak nedir kardeşim? moron muyuz biz, görüyoruz işte.

- gavurların thanksgiving heyecanının da hastasıyım. ailecek toplandık, yemekler yiyor ve tanrı'ya şükrediyoruz, amen. ulan beğenmediğiniz müslümanlar ramazan'da 1 ay boyunca yapıyorlar onu.

- gözümüze gözümüze sokulan last year- thanksgiving görüntülerinden de pek bir çıkarsamada bulunamadım ben zaten. tamam, serena karakterinin aslında ne kadar da marissa'nın yandan yemişi olduğunu kanıtlamak için alkol problemi olduğunu gösterdiniz. tamam, modayı takip etmekte üzerine olmayan blair de bütün akranları gibi bulimikmiş. tamam, geçen sene dejenere ve mutluydunuz, bu sene allah belanızı verdi. bu mudur?

- 40 yaş grubu da beni benden aldı bu bölümde. 1000 yıl önceki olaylar için tribal enfeksiyon halleri, eski sevgiliyle kendisi arasında seçim yaptırma artistlikleri. ortaokulda mısınız be?!

- farkettiyseniz (farketmemek mümkün mü) bu bölümde chuck yine yoktu. ama ben çözdüm. aynı family guy'ın ve özellikle stewie karakterinin çok tutulmasını takiben çekilen bölümlerde stewie'nin böyle tadımlık, azcık gözükmesi, seyirciyi doyumsuz bırakarak "ask for more" moduna sokulması gibi. tasvip etmiyoruz. we want chuck.

- hayal edin, dünkü bölümün finalinde yine pek tabii herkes sorunlarını halletmişken mutluyken ve ideal aile tabloları çizerlerken, birden şarkı söylemeye başlasalar ve ayşecik'in "hayat sevince güzel" dansını icra etseler, cuk oturmaz mıydı? bu da benim senaristlere kıyağım olsun hadi.

hayatın ta kendisi şansa bak

Trabzonspor 1 - 2 Beşiktaş

Tuesday, November 11

lig tv yetkililerine açık mektup

maçın kaçıncı dakikasının oynandığını anlayalım diye sağ üst köşeye yerleştirdiğiniz gösterge katiyen okunmuyor. yakınına gelince bile. sahanın üzerine serilmiş gibi gözüken sanal reklamlar yapmayı beceriyorsunuz da dakika göstergesine gelince mi çuvallıyorsunuz anlayamadım. ayrıca maçın ortasında ekranın yarısını kaplayan reklamlar çıkınca sizden de o reklamı veren firmadan da tiksiniyorum.

saygılar,

voodoo girl.

interney hakkında 3 şey


bir: commentlerini onayla kabul eden yazarların sitelerine bir şeyler yazdıktan sonra "yorumunuz blog sahibinin onayından sonra gösterilecek" yazısını görünce ezik gibi hissediyorum.

ki: hotmail'de profillerin yanındaki "beni unut" yazısını görünce hep sertaç ortaç'ın şarkısı geliyor aklıma.

üç: hafıza özelliği sağolsun mozillada adres çubuğuna 'b' yazdığım anda blogger'ın adresi ve üzerindeki "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" yazısı çıkıyor. küfür mü edeyim türk filmi kötü karakterleri gibi sırıtayım mı karar veremiyorum.

Monday, November 10

Ed Westwick

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 14
[bu hafta geç izlediğim için recap yapmamış olduğumdan, gossip girl'e böyle yer vereyim dedim. ayrıca serinin bu halkasını Shateiel'e hediye etmeyi bir borç bilirim]




me want food

ben yemek yemeyi çok seven bi insanımdır, özellikle de dışarda. geçenlerde kendimle ilgili şöyle bir şey farkettim; yemeğin / mekanın / servisin, yani herkesin pek tabii üzerinde birleşeceği unsurların iyi olması dışında bu gibi mekanlarda takıntılı olduğum bazı hususlar var. şöyle ki:

1. masada peçete olmamasına ayar oluyorum. ben bildiğin çocuk gibi yemek yiyen bir insanım, ayrıca hiç kibarım kızım salatadan başka şey yemem gibi bir durumum da yoktur yemeğe yumulurum, dolayısıyla döküyorum dağıtıyorum ayrıca ağzım küçük zaten her türlü peçete ihtiyacı duyan bir insanım (kurabiye canavarı portresi çizdim iki dakikada). ikide bir garsondan peçete istemek durumunda kalmak istemiyorum, masalarına peçete koysunlar.

2. tuvaletlerin temiz olması, tercihen klozet örtüsü denen zımbırtıdan olması vs dışında, kalitesiz tuvalet kağıdı kullanan işletmelere kılım. mekana her boku yapıyorlar da tuvalet kağıdından mı tasarruf ediyorlar anlamadım.

3. garsonları sizli bizli konuşmayan yerlerden hazzetmiyorum, bir de istiyorum ki "içecekleri yemeklerle birlikte mi getirelim öncesinde mi?" gibi ayrıntıları sorgulayan bir garson olsun benimle ilgilenen.

4. ne kadar lüks bir yer olursa olsun, yani kebapçı kültürü olmak durumunda değil, yemekten sonra istenilen çaydan para almamalılar. bence mekanın türü önemli değil, kültürümüzde olan bir olay ikram olayı. herkesin uyması lazım. ankaralı olmayan arkadaşlar bir gün gelseler beraber aspavaya gitsek de ikramdan kastımın ne olduğu net anlaşılsa mesela.

5. yazının doğası itibariyle 5'e tamamlamam gerekiyormuş gibi hissettim maddeleri ama bulamadım bişey.

yerler gökler üşüyor


Bugün, 'devlet büyüğü' adı altında
sana saygı duyuyormuş pozlarına girecekler Atam.
Onların başımızda olmasının suçlusu biziz.
Özür dileriz.

Sunday, November 9

gelecekte bugün

bundan tam bir hafta sonra bugün, Konser-Gece başlığının altına nihayet 'Ankara' yazıyoruz. bir promotör edasıyla o güne özel post atacağım elbet ama bu konserlerin normal bilet satışı olmadığı, bir takım sms atmalar netten kaydolmalar falan gibi prosedürleri olduğu için şimdiden söylüyorum. sonra bahaneniz olmasın diye. ayrıntılar burada.

Saturday, November 8

sugar high

bu haftasonu, çağımızın hastalığı gribe yakalanmış olmam dışında benim için ziyadesiyle süpersonik. cumaya teslim etmem gereken ama üzerinde çok az oynamayla halledilebilecek bir ödev dışında yapmam gereken akademik hiçbirşey yok. akademik olmayan işlerim ise: bugün; salı günü göt gezdirmekle (aa ne dedi) meşgul olduğum için izleyemediğim gossip girl'ün tekrarını izlemek. yarın; bir beşiktaş taraftarı olarak dünyanın en rahat psikolojisiyle galatasaray-fenerbahçe derbisini izlemek. var mı benden güzeli? yok.