Tuesday, March 30

kişisel mevsim geçişleri

ilkokulda beynimize kazınan ilkbahar-yaz-sonbahar-kış döngüsünün isviçreli bilim adamları tarafından tanımlanmış geçiş günleri malum tabii ama bence her insanın kişisel mevsim başı algıları vardır ve onlar belirlenirken nereye hangi cemre düştü ona pek bakılmaz. misal benim için kış, ortamda birinin "abi o değil de yılbaşında ne yapıyoruz?" dediği gün başlar. ilkbahar ince çorapla topuklu ayakkabı giyip üşümediğim, sonbahar ise şemsiyemi yanıma alıp almama kararını verebilmek için evden çıkmadan önce ntv'nin hava durumunu beklediğim gün kendini gösterir. o yüzden haftasonu çıkan güneşe aldanıp da yazlık kıyafetlerimi çıkartmış değilim. ne zaman ki iş çıkışı tribeca'nın bahçesinde bir bira içeriz, yaz o zaman gelir bana. doğumgünüm de senin bana geldiğin gündür, o ayrı.

Monday, March 29

rijkaard dili ve edebiyatı

"hocam önce o elini bi indir"

her ingilizce bilenin öğretmen olabileceğine, her sahil beldesi esnafının 3-4 dil bildiğine inanılan ülkemde şaşırılacak bir şey değil belki mert çetin'in çeviri performansı ama bahsi geçen dil o 'sokaktaki insan'ın bile bildiği ingilizce, bahsi geçen klüp de galatasaray olunca şaşkınlığımı gizleyemiyorum. galatasaraylı arkadaşlar bloglarında defalarca yazdılar, çizdiler. çeviridir, anın heyecanıdır, hatalar olabilir der geçersin belki -ki bence bu işi meslek olarak yapıyorsan öyle bir lüksün de yok- ama bu çocuğun hataları artık lafların yanlış anlaşılması, rijkaard'ın kendi futbolcusuyla olmayan bir polemiğe sokulmasının ötesine geçti ve dün rijkaard "honestly, I didn't understand the question" demek durumunda kaldı. böyle bir acizliği aklım almıyor. madem ingilizcede ısrarcılar, bir teklifim var beni alsınlar işe. söz beşiktaşlıyım diye piçlik de yapmam düzgün çeviririm. sabri'yi arasam bir torpil yaptırır mı acaba, o kadar hukukumuz var.

Sunday, March 28

comeback (to me)

dün beşiktaş maçını izlerken, tarihimde ikinci kez (ki böyle mevzularda erkek kafasına sahip olmadığım için ilkini katiyen hatırlayamıyorum) 2-0 geriye düşmüş olmamıza rağmen bir saniye bile yenileceğimiz hissine kapılmadım. daha maç başlamadan "2den 1 oynayacaktım iddaa bayisi kalabalıktı" demecini vermiş, ilk yarı sonunda "2den 1 diyorum ben size" diyerek tutarlılığımdan hiçbir şey kaybetmemiştim zaten. nihayetinde beklenen 'comeback' gerçekleşti ve biz derbi haftası derbiyi daha da bir 'sikimizi taşşağımızı kaşıya kaşıya' modunda izleme hakkını elde ettik. fink'in yakın çekimlerinin birinde koşup televizyona sarılmam, birileri ernst ve fink'e kafa tutunca "olm hiç mi alman pornosu izlemediniz lan kime dalaştığınızın farkında mısınız?" tepkilerim ve holoskom gol attığında "seviyorsam sebebi var" diye böğürerek 'unleash the cello in you' moduna geçmem maçın özeti olabilir benim için. son bir not da serdar özkan gerçeği üzerine. yanlış bilmiyorsam serdar'ın arda turan'la aynı dönem genç milli takım tecrübesi var, hatta yakın arkadaşlar. kuruyorum empatiyi, akranın galatasaray'a kaptan olmuş, türkiye'de genç nesilin en çok örnek aldığı futbolculardan biri, sinem kobal'a çakıyor; sen beşiktaş'ın guiza'sı olmuşsun. takımda kendine yer bulamaması ve taraftarlardan sürekli küfür yemesinin yanında, gram bitirici özelliği bulunmayan serdar'ı bitiren unsur bence budur. böyle de psikolojik çözümlemeler yaparım futbol dünyasıyla ilgili acımam.

serdar ve trademark haline gelmiş
"vay a.k. nasıl kaçırdım" hareketi

Saturday, March 27

you say goodbye and I say hello

RTE: Vallahi küçük Atatürk bambaşka.
Voodoo girl: Vallahi tanısan büyüğünü de seversin.

çemkiriğin gücü adına

* birtakım insanlar var ankaralıların "la bebe" kullanımına takmış durumdalar. en doğal hakları, 'istanbul türkçesi' aşığı beyefendiler dilimize giren bu bölgesel kullanımlardan haz etmiyor olabilirler. yalnız aynı beyefendiler izmirli kızların götlerinde "bir kere versen?" modunda dolaşıyorken o "yapıyom", "ediyom"ları göz ardı ettiklerine göre, o "la bebe"ye laf eden ağızlarının ortasına bir tane çakmak da benim en doğal hakkım.

* malum, bloglarda yanlış türkçe kullanımı çok tartışılan bir mevzu. herkesin hassas olduğu hatalar var, benim şahsen "şarz", "herkez", "yanlız" falan mesela. haydi bunları geçtik, nihayetinde kimse blogunda türkçe dersi vermiyor, herkesin kendi blogu isteyen istediği gibi yazar ve benzeri bahaneler. fakat bağlaç olan de/da'nın ayrı yazılması konusunda "yeaa noolcak ki yeaa" yapan ağızları yırtarım. anlam değişiyor arkadaşım, sonra dönüp cümleyi yeniden okumak gerekiyor. ağzınızı yaya yaya bahane üreteceğinize bir kere açıp kuralı okusanız anlaşılmayacak bir şey yok, gerçekten bak.

* şimdi bahar geldi ya. seks geldi güneş geldi. yalnız insanlarda anlayamadığım bir trip var. sanki londra'da yaşıyoruz anasını satayım, sürekli bir yağmur bir kasvet havası da azıcık güneş gördük yaz geldi kaçırmayalım bu fırsatı diyerek açılıp saçılmaya başlıyorlar. sabret canım kardeşim, zaten birkaç ay sonra götünden ter damlayacak, o pis ayaklarını gözümüze sokmak için fırsat kollayacaksın. bir huzur ver de baharımız güzel geçsin bari.

* "sosyal sitelerin kullanım amacı nedir" başlıklı konferansta ders verir havasında takılan insanların hastasıyım. her sitenin nasıl kullanılması gerektiğini açıklıyorlar bize sağolsunlar. dövmemin fotoğrafını koyduğumda bana da yazmışlardı ya "bunun için facebook var neden bloguna koyuyorsun ne gereksiz" falan diye, o hesap. dolayısıyla "twitter şunun içindir, şu tip yazmasın insanlar" demek abesle iştigal. sen "oradayım, buradayım, padişahın sol taşşağındayım" yazan adamı seversin onu okursun, ben mikro-blogcuları severim onları okurum. herkesin tuttuğu kendine nihayetinde. yalnız bu ara twitterda çok sık gördüğüm bir şey zaytung'da okunulan şeylerin hiçbir kaynak gösterilmeden, hatta bazen sonları falan değiştirilerek yazanın kendi esprisiymiş gibi tweetlere taşınması. yabancı yok hepimiz zaytung okuyoruz hırsız genç, tutmuyor o hesaplar.

* erkek cinsi malum sporla ilgilidir, takip eder, futbolu derin derin analiz eder, her konuda söyleyecek sözü vardır falan. arada da neslihan'ın, ışıl'ın, naz'ın fotoğraflarıyla süsler blogunu, ne olur o zaman 'sporun ve sporcunun dostu'. ama biz beğendiğimiz futbolcuları sayınca, holosko, kewell, lugano dediğimizde adımız çıkar 'yarrak derdine futbol izleyicisi'ne, ya da meltywoman'ın anlatımıyla 'futbolcu karısı binnaz'a. sizin çifte standartınıza sokayım ben.


Sunday, March 21

caro diaro

dün akşam cumadan kalbimizde yanmaya başlayan kültür sanat ateşinin etkisiyle kendimizi türk-amerikan derneği'nde bulduk. sebep, dostumuz kenan'ın "american association of community theatre" tarafından sahneye konulan sweeney todd müzikalinde rol alıyor olmasıydı. bu bilgiyi tabii ki elimdeki broşüre bakarak yazdım, yoksa bana sorsanız denizci anthony rolündeki amerikalı arkadaşı anlatır dururum burada. türk amerikan derneğini de hiç sevmem aslında, zamanında iş görüşmesine gitmiştim de ikinci mülakat için bir hafta içinde irtibata geçeceklerini söyleyip hiç aramamışlardı. bence böyle iş yerleri yıkılmalı, insanlar bir 'hayır' cevabını bile hak etmiyor mu yahu? berger bile o çapsız haliyle "I'm sorry, I can't. Don't hate me" diye not bırakabilmişti (yazılarımdan sex and the city göndermelerini eksik etmiyorum ki havalı şehir kadını imajımdan bir şey kaybetmeyeyim). ayrıca kantindeki kırmızı telefon klübesini de şikayet edeceğim ingiliz kültür derneği'ne, hadlerini bilsinler. asmışlar duvara hamburger, baseball, özgürlük anıtı fotoğrafları, görmüşler ne kadar boş olduğunu bir telefon klübesinden medet umuyorlar. ben de nasıl kinlendiysem yalnız. aman neyse sonuç olarak keyifli bir 3 saat geçirdik.

sonra -aylar sonra- nada. cenabetliğimiz cumartesi geceleri başımıza gelen olaylarla tescillendiğinden beri dışarı çıkmıyoruz malum, ama tunalı'ya kadar gidip de nada'ya uğramamak olmaz dedik. yeni shot çıkartmışlar, kadim garsonumuz ramazan'ın 'kurabiye shot' diye andığı ama bizim içinde badem likörü olduğundan şüphelendiğimiz bir şey, tatlı içki seven biri olarak ben sevdim. yalnız drunk'ın sahibinin ortaklığının etkisi midir, yoksa ankara'daki her mekan aynı sonu mu tadacaktır bilemiyorum ama eski ortamı kalmamış nada'nın, gerek yaş ortalaması gerek insan tarzı anlamında. eski dosttan düşman olmaz o ayrı. kardeş gibi kollanıyoruz sağolsunlar, içki göndermek isteyene ayarı veriyor ramazan. sonra o içki göndermek isteyen blog okuyucularından ismail çıkıyor, yanlış anlaşılmalar ortadan kalkıyor falan. yine ortamlarda tanındım götüm falan kalktı da böyle üstü kapalı geçiyorum bu kısmı.

son onur baştürk paragrafım: gecenin aspava öncesi son durağı bestekar'da eski subway'in yerine açılan italik oldu. sağlam mekan yapmışlar, müzikler de oldukça başarılıydı. nada kızmasın metres olarak alacağım sanırım italik'i, tabii bir anda popüler oldu diye duyan gelmiş moduna girmezse.

gecenin aydınlanması italik'te karşılaştığımız eski dost derya'nın "abi bu insanlar kim ben tanımıyorum hiçbirini" lafıyla, daha önce "hedef yoksa gerek yok" şeklinde özetlediğimiz gece hayatından soğuma mevzusunun bir başka boyutunu anlamamızla gerçekleşti. olay mekandan, müzikten çıkıyor bir noktada, insanda bitiyor. hayatını 'cheers' dizisi tadında yaşamaya alışmış ankaralılara da yabancı yüzler batıyor. ankara'da "ben seni bir yerden tanıyorum galiba?" bir pick-up line olmaktan çıkıyor, biz de kapısından bile girmediğimiz 500 tane mekanın sırf varlığıyla övünmektense gittiğimiz 3-5 yerdeki tanıdıkların hoş sohbetiyle vakit geçiriyoruz. beğenmeyen ve anlamayan küçük oğlunu göndermesin. çağrışmışken boşa gitmesin, i. melih ve küçük oğlu da sınır dışı edilsin. amin.

Saturday, March 20

plastik manolyalar


dün akşam, geceleri amaçsızca dışarı çıkıp ehliyet kaptırmalardan, vurup-kaçma olaylarından gına gelmiş olduğundan değişik bir aktivite yapalım diyerek şehrimize 5 günlüğüne uğramış çelik manolyalar'a gittik. değişik aktivite derken yanlış olmasın, annesi devlet tiyatrolarına toplu bilet alan arkadaş gruplarına sahip olduğu için küçüklüğünden beri hemen her oyuna giden insanım (sanatın ve sanatçının dostu voodoo girl). bunun sonucu olarak da repliğini ezberlememiş, sürekli dili sürçen, yeterince prova yapmamış hissi veren oyun görünce anlama yeteneğine sahibim. işte çelik manolyalar tam da böyle bir hayal kırıklığıydı. zaten doğası itibariyle olsa gerek, tek bir dekor ve bu kadar kısa sürede ne hikayenin ne de karakterlerin altı doldurulabilmişken bir de yılların sanatçılarının ortalamanın altında performansları olunca şaşkınlıkla izledik oyunu. herkes mi replik unutur, herkesin mi dili -bin defa- sürçer? şenay gürler bir noktada "ah bir de konuşabilsem" diye replik uydurmak durumunda kaldı hatalarını örtmek için düşünün. ya dün üzerlerinde bir şey vardı, ya da doğru düzgün çalışılmadan oynandı oyun o kadarını bilemiyorum.

oyuncu bazında konuşursak oya inci'yi ayrı tutmak lazım, karakterin havasını çok iyi yansıtmıştı. saadet ışıl aksoy beklediğimden iyiydi, dili de büyüklerine göre daha az sürçtü. şenay gürler ve suna keskin avrupa yakası kimliklerinden sıyrılamamış gibi hissettirdiler pek çok sahnede. suzan aksoy ortalamanın üzerindeydi ve son sahnedeki monolog oldukça başarılıydı. aslıhan erguvan'ı sona bırakmamın elbette bir sebebi var. oyunculuk yeteneği olmamasını geçtim, ses tonunun inanılmaz kulak tırmalayıcı olmasını geçtim, kız bildiğin vurgu yapamıyor yahu. türkçe'yi yanlış konuşan oyuncu mu olur kafayı yiyeceğim. ben anlamıyorum bu türk tiyatrosunda genç kadın oyuncu olmaması sorununu, fosforlu cevriyede de aynı şey olmuştu. açın önümü ben oynayacağım ulan!

sonuç olarak ankara devlet tiyatrolarının oyunlarıyla büyümüş, heykellere tüküren bir başkanı olsa da sanatla içiçeliği pek çok diğer şehrin insanından fazla olan ankara seyircisine gelmedi bu oyun, yemedik. iki ünlü insan gördü diye oyunu güzel zannetmeyecek kadar aklımız başımızdaydı da, özel tiyatro diye bu oyuna bu kadar paya bayarken aklımız neredeydi onu düşünmek lazım.

Tuesday, March 16

silence is the way ('is' italik)


bilenler bilir, mümkün olsa 'anger management' kurslarına falan gitmemi gerektirecek ölçüde çemkirik bir yapım var. sinirlenince gözüm de ağzım da hiçbir şey görmez. yalnız bu aralar performansımda bir düşüş, halet-i ruhiyemde bir salmışlık var. yanlış anlaşılmasın, hala mcdonaldsda sıra beklerken (evet mcdonaldsdan yemek yiyor ve bir nevi ermeni tasarısına evet oyu veriyorum, öyle de vatan hainiyim) önüme geçen biri olursa "BEYFENDİ SIRA BENDEYDİ YALNIZ" şeklinde böğürerek ortalığı ayağa kaldırmayı başarıyorum. dediğim performans düşüşü özel hayata mahsus, ve sanıyorum iki sebebi var. ilki insanlardaki "umursuyorsun ki sinirleniyorsun" mantığı. bu mantık acaip sinirimi dokunuyor çünkü ben yoldan geçen insan ters bir hareket yapsa bile 10 dakika arkasından köpük saçma yetisine sahibim. dolayısıyla birine sinirlendiğimde "ooo o kadar önemliyiz yani senin için" hissi yaratması çok sinir bozucu. ikinci sebep olarak 30lu yaşlara yaklaştıkça üzerime çöken "a woman holds her tongue, knowing silence will speak for her" olgunluğunu vermeyi çok isterdim ama değil. bendeki genel ama dönemsel olduğunu ümit ettiğim bir yorgunluk hali, bildiğin uyuza bağladım. sonuç olarak, normal şartlarda arayıp itin götüne sokmam, askerlik öncesi hayatını sikmem gereken bir adam var ama ben susuyorum, kılımı kıpırdatmıyorum. saldım gitti. olacak iş mi? oluyormuş demek. şaşkınım.

Sunday, March 14

1 message received

yaş kaç olursa olsun, herhangi bir flört aşamasında cep telefonu mesajlaşmalarının yeri ayrıdır. yalnız bu aşama zaman zaman sıkıntı verici olabiliyor. bir kere olayın gerginliği o ilk mesaj nasıl atılacak aşamasında başlıyor. ya cevap yazmazsa? çünkü ondan sonra geliyor senaryolar: "mesaj attım cevap vermedi. kesin üff bu ne bu kız da iyice love trip oldu diyor. kesin yanında başka biri var yazmadı. ben artık bir daha mesaj falan yazamam. arayamam da. bitti". tabii bunlar bir sonraki sarhoşluk ve "yani ne de olsa şu anda da görüşmüyoruz ben mesaj atsam da cevap gelmese de aynı şey olacak yani ne olacak ki sanki en kötü" gibi telkinlerle yeni iletişim çabasının sarfedilmesi anına kadar geçerli. mesajlaşma başlarsa, bu defa da ne zaman, kim tarafından bitirilecek stresi başlıyor. konuşmanın uzamasını isteyen taraf içinde soru geçen ve dolayısıyla cevap yazılmayı gerektiren mesajlara kafa yoruyor. arada deneme amaçlı 'cevap yazılmasa da olur, ama uzatmak isteyen yazacak bir şey bulur' şeklinde tanımlayabileceğimiz mesajlarla durum yoklaması yapılıyor. düzgün biten bir mesajlaşma sonrası bile sevinç 5 dakika, sonrasında "bakalım bundan sonra o ne zaman mesaj yazacak. ben yapacağımı yaptım yani sıra artık onda. ben adımımı attım bakalım ilgilenen insan atar mesajı" aşaması başlıyor çünkü. (yalnız böyle sikko sikko şeylere bu kadar kafa yormamıza, kendi kendimize stres yaratmamıza rağmen erkeklerden uzun falan yaşıyoruz ya ben ona şaşırıyorum).

nihayetinde benim nezdimde flörtün tadını olması gerektiği gibi çıkartan kadın ilk mesajı atan taraf olsa bile son mesaj atan taraf olmamayı başaran, sonra da arkadaşlarına mesajlaşma trafiğini kelimesi kelimesine "o ... dedi ben de ... dedim sonra o ... dedi" şeklinde aktaran kadındır (ben).


sahalarımızda görmek istediğimiz benzerlikler

ivan radeljic - engin altan düzyatan

Wednesday, March 10

bismillahirrahmanirrahim aduket

hürriyet'in teknoloji haberlerine düştü bugün bizi gururlandıran haber: street fighter'ın yeni versiyonunda türk bir karakter kullanılmış. Hakan'ın fotoğrafını yanda görüyorsunuz. buradan hareketle ryu ve ken arasında seçim yapmakta zorlanan türk kızlarına yeni bir seçenek daha geldi diyerek türk erkeklerini yüceltebilir, chun-li ile hakan arasında yaşanabilecek olası bir aşk hikayesiyle romantik yönümü ortaya çıkartabilirim. ama karakteri tanıtırken porno hikaye tadı yakalamış hürriyet'in eline elbette su dökemem. işte bu yüzden ben sadece bir blog yazarıyım, adamlar koskoca gazeteyi çıkartıyor.

Rengi turuncu olan Hakan'ın burma bıyıkları mavi olan saçları ile birleşiyor. Oldukça cüsseli yapıya sahip olan Hakan, pehlivan olmasından ötürü, oldukça ’kaygan’ bir dövüş tarzı geliştirmiş. Dövüş sırasında vücudunu sık sık yağlayan Hakan, yer yer çayır güreşi hareketleri de kullanarak rakipleriyle dövüşüyor. Ağır olmasına karşın yağlı ve kaygan vücudu sayesinde gayet mobil ve çevik olabilen Hakan karakteri, göbeğinin üstünde kayarak düşmana girişiyor, ani dönüşler yapabiliyor, ayakları üzerinde kayabiliyor, rakibini yağlı kolları arasında sıkıp yukarı fırlatıyor, yağlı bedeni etrafında çok hızlı bir şekilde çevirerek, etkisiz hale getiriyor.

"rakibini araba camına sıkıştırarak etkisiz hale getiriyor" da olsaymış tam olacakmış.

Monday, March 8

Sunday, March 7

Jamie Dornan

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 29





Miranda Kerr

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol. 20





Friday, March 5

arar bulurum izini bilirsin zır deliyim ben

serinin bu halkasını "voodoo girl bize google analytic yap. ilk çocukluk anım..." aramasını yapanlara ithaf ediyorum. başlıktaki şarkı sözü içinse sinemin (a.k.a geowyns) kankası yazgülüne teşekkür ediyoruz.

1. ısı adası bana yalan söylediler: yalan falan değil, bildiğin taşşak geçmişler seninle benden söylemesi.

2. içli am pornosu: allah belanı versin senin yüzünden içli köfte yiyemeyeceğim artık yaa. dur lan içli derken duygusal demek istemiş olmasın. öyleyse belamı geri aldım.

3. vdgrl kas yapan erkekler: gerçeğini soruyorsanız biz de bulamadık hemşire. ama fotoğraflarından bol bol var blogda, takılın.

4. az önce seviştim: aman koş hemen twittera falan yaz eksik kalma. sizin gibi cenabetler yüzünden internet bu halde işte. kahrolsun amerika!

5. maykıl ceksının sevgilisi kim görüntüyü verin: sen önce o elini bi indir.

6. oha diyeceğimiz çok şaşıracağımız ilginç haberler: google yazılanları anlamıyormuş. nasıl çok ilginç değil mi.

7. açık saçıkoruspu ajda pekerin seksleri: bu arkadaş önce atarlanmış, "açık saçık, orUspu, allahın belası!" falan. sonra da o beynine sıçrayan kan aşağılara inmiş. sonuç bu.

8. ismail-yknın.asistanı: bu arkadaşı tebrik ediyorum en azından haddini biliyor. "batistanın msni" diye arama vardı misal. yalnız ismail yknın asistanı olarak bana yönlenmiş olması da iyiymiş.

9. kız aybaşı olmuş sik arıyor sikiyorlar: tamam da hocam izleyen var izlemeyen var sonunu niye söylüyorsun ki ayıp olmadı mı şimdi.

10. sexs flimi izledikten sonra banyo olmak zorunlu mudur?: geldiğin gibi ol. dur ya bu böyle değildi sanki.

Tuesday, March 2

yüzleşme

vogue türkiyenin 142. sayfasında, 'yüzleşme' adı altında yayınlanan ve derginin genel konseptine pek oturtamadığım bir köşe var. ilk sayıda nil karaibrahimgil, "feminist ve güçlü kadın ayakları çekerken iyiydi gittin sen de evlendin işte bu kadar ikiyüzlüsün" çemkiriklerine cevap niteliğinde bir yazı yazmış, ki hürriyetteki köşesini bir kaç kez okumuş biri olarak söylüyorum kapasitesinin oldukça üzerinde yazmış. "Kendinden tutarlılık bekleyen insan çok yorulur. Kanımca, sözünde durmak erdemdir, durduğun yerde durmak ölümdür" lafıyla özetlenebilecek bir cevap vermiş kendine yöneltilen eleştirilere. ama benim en çok hoşuma giden kısım, 'özgür kadın = erkeksiz kadın' önermesine karşı çıktığı şu satırlar oldu:

Bir insanın ekonomisi, onun ne ile yönettiğine ve yönetildiğine karar veriyor. Eğer, benim kendi dünyamın ekonomisi iyiyse, kendi sermayesini üretiyorsa, yetiyorsa, güçlüyüm. Özgürüm. Ne yaşıyorsam, kendim seçiyorum. İki insanı en yakın yapan şey, paylaşmaksa; daha da yakın yapan şey bu paylaşımın mecburiyetten olmaması. Kadının omurgasını dik yapan şey, kazancı. Güzelleştiren, cesaretlendiren, çoğaltan şey, erkeği.


nil karaibrahimgilin ekonomik açıdan yaklaştığı bu 'birey olma' duygusu, aslında her şeyin temelinde yatan duygu işte. dolayısıyla 'ben' olma peşindeki her kadına feminist damgası vurmak işin kolayına kaçmak oluyor biraz. savunma mekanizmasını anlayabiliyorum, kendisine ihtiyaç duyulmayan erkeğin sinirini de. ama o da şunu anlasa: kadın "benim erkeğe ihtiyacım yok!" demiyor. diyor ki "önce 'ben' olayım, sensiz olayım onu. sana ihtiyacım 'ben' olmak için değil; 'biz' olmak için olsun". inan böylesi daha güzel, tanısan sen de seversin.

sometimes the cold gets in my bones so bad

takvimler martın 1ini, güneş de yüzünü göstermeye başlayınca yurdum insanına bir haller oldu. herkeste bir çimlerde sevişelim, hayatın güzelliklerine kelebeklerle birlikte kanat çırpalım havası. ne oluyor yahu? 2009'un sonunda "2010 herkes için çok daha güzel bir yıl olacak!" sözü almış olmamıza rağmen 2 aydır bir güzellik göremedik, alenen kandırıldık; bir de baharın gelişini mi kutluyoruz? kaldı ki bahar falan gelmedi daha, yarın havalar 10 derece soğuyormuş. güneşi görüp malafatı saldınız yarın spermleriniz donsun da görün gününüzü.