öncelikle uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiğim bu istanbul gezimin artık rutin hale gelen birtakım aktivitelerimi [midye yemek, nevizade'de içmek, istiklal'de pasaj gezmek, bjk store'a, nişantaşı topshop ve miss60'ye uğramak, karşıya vapurla geçmek, caddeye gitmek] henüz yapmamış olmam nedeniyle biraz farklı olduğunu söylemem gerek. ancak bazı şeyler var ki değişmiyor. mesela 1 haftadır nispeten ılık ve güneşli olan hava benim buraya gelmemle kasvetli, yağmurlu ve buz gibi oldu; ancak benim gezmeye gezmeye gezmeye gelen bünyemi durduramadı.
örneğin cumartesi günü akşam yemeğinde izzet çapa'nın yeni mekanı "it's a joke"taydık (kendimi onur baştürk gibi hissettim). gerçekten istanbul sosyetesinin kalbi orada atıyor gibiydi. ben yemek olarak çok da afilli şeyler sipariş etmediğim için (karides köfte ve noodle, hellim peynirli salata) daha çok mekandaydı gözüm, bence güzel, amaçlandığı üzere "concept" bir mekan olmuş. kalabalık ve hectic bir havası vardı -aynı istanbul gibi- dolayısıyla sessiz ve sakin bir yemek isteyenlere önermiyorum ancak çılgınlar gibi eğlenmeyi planladığınız bir cumartesi gecesinin başlangıç noktası olmaya uygun.
cumartesi gecesinin ikinci mekanı, benim all time istanbul favoritelarımdan leb-i derya oldu, ama yeni açılanı. daha büyük, daha ferah, bar kısmını çok iyi yapmışlar, müzikler de iyiydi, daha ne isteyelimdi. ordan çıkıp arkadaşlarla buluşmak için sakman club'a gittik ve vedat sakman'ın ta kendisini grubuyla birlikte dinledik. bu arada fransız sokağında mekanı ararken önünden geçtiğimiz yerlerin bazılarından gelen 'daracık daracık sokaklar kızlar misket yuvarlar' ezgileri ortamı fransız sokağından çok marmaris barlar sokağı moduna sokmuş, ayrıca o garip garip renklere boyanmış heykellerin çok korkutucu olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. sakman clubda tek kelime etmeden oturup bilmediğim/normalde dinlemeyeceğim şarkıları bir kadeh şarap eşliğinde hafifçe sallanarak dinlediğimi farkettiğim anda yaşlanmış olduğum gerçeği bir kez daha tokat gibi çarptı yüzüme. bu moddan çıkmak için eve dönüş yolu öncesi son pit stopımız pera'daki wanna oldu, ama yok dedim, gençlik buysa ben yokum, beynim artık kaldırmıyo evladım o müzikleri. nihayetinde yağmur çamur altında evimize dönmeyi başardık.
böyle bir geceden sonra pazar sabahına gözlerimizi şişmiş bir boğazla açmamız kaçınılmazdı elbet. ben yine de azimle haftaiçi çalışan ve görüşme ihtimalim olmayan arkadaşımı görmek üzere kalktım burdan (altunizade) taksim'e gittim, yemeğimi yedim kahvemi içtim geri döndüm. dönüş yolunda kadıköy'den binmem gereken dolmuşu 3 farklı yer tarifi sonunda zar zor bulduktan ve ineceğim yeri haber versin diye şoförün dibine oturduktan sonra düşündüm: bir ankaralı olarak istanbulla ilgili alışamayacağım şeylerin başında bu yol mevzusu geliyor. biz ki başkent üniversitesinde okuyan arkadaşlarla bile dalga geçerdik git eskişehir'den ev tut diye, burda iki nokta arasının saatlerle ölçülüyor olması içimi şişiriyor. ben okadar sürede bırak ankaranın bi ucundan diğer ucuna gitmeyi, eskişehir'de bulurum kendimi diyorum.
yine bir ankaralı olarak istanbul klasiğim "acaba bu sefer hangi ünlüyü göreceğim" yarışmamda ise bu defa ilk günden bir birincimiz var. şimdiye kadar buradayken gördüğüm bütün ünlüleri sollayarak bu tahta oturan isim: mehmet aslantuğ. nişantaşı city'sde muhtemelen arzum onan'a hediye bakarken görülen şahıs beyazlaşmış ve tepeleri kelleşmiş saçları ve paspal giyimiyle bile "arzumu boşa beni al" dedittirdi, inanılmaz bir karizma var adamda. kendisi mehmet günsür'den sonra türkiye'nin en yakışıklı ünlü erkeği seçmek üzereyim ama küçüklüğümden beri gelen tarık akan aşkı önümü tıkıyor.
all in all, bugün sevdiceğimin de iş için buraya gelmesiyle gezimi daha mutlu bir şekilde devam ettireceğim. ama burda yaşamak derseniz, o konuya sanırım mecbur kalmadıkça sıcak bakmayacağım. o kadar çok şey alıyor ki bu normal taksicisi bile olmayan şehir insandan, bunları compensate edebilmesi zor gözüküyor. money talks elbette, her akşam iş çıkışı leb-i derya'da apple martini içebileceğim bir hayatım olacaksa be my guest; ama şu içinde bulunduğum durum itibariyle ben istanbul'a sadece gezmeye gelmeye, ve donmuş gözlerle karşıyı izleyen insanlara inat, karşıya her dolmuşla geçişimde turist gibi biraz sağdan biraz soldan manzaraya kesik atmaya devam edeceğim.
2 comments:
oh veri nays indiid. annem iyileşsin bi, bahara ben de kendimi atıvericiim istanbollara.
gitmişken desalvo'yu da görünüz, kendisinden bu yakaya kokulu öpücükler getiriniz.
istanbul zor ama o kadar da kötü diil be ablası..
ottoya gitmeyi öneririm. fındık vodka içmeyi öneririm. güzel müzik dinlemeyi öneririm. duvara bişiler çizittirmeyi öneririm. o duvara artiz artiz "her canlı bir gün ölümü tadacaktır." yazan yunus günçeyi görüp kusmayı öneririm.
öyk.
Post a Comment