Monday, January 29

got canned heat in my heels tonight baby

"ee senin nasıl gidiyor hayatın?" sorusuna "süper" diye cevap verebilmek * sabah mutlu uyanmak * yarın 6 saat üstüste ders yapacak olmayı takmamak * tüm gece 1 şubata yetiştirilmesi gereken projeyle ilgilenecek olmayı da takmamak * salı akşamları dışarı çıkmak * kırmızı oje sürmek * alışveriş yapmak * mantı yemek * shining blonde olmak * aşık olmak * mutlu olmak

you know this boogie is for real.

Friday, January 26

let's stop and call it history

her şey "geçmiş" sözcüğünün bizzat kendi morfolojisiyle çelişir şekilde "geçmemiş" olmasından kaynaklanıyor. tam şu an işaret parmağımı doğrultuyor ve "o" diyorum, "herşeyin suçlusu o".

tamam, bizi biz yapan pek çok şeyin geçmişle alakalı olması, çoğu zaman kötü tecrübelerden bile çıkartılan dersler (welcome pollyanna, have a seat please) ve nankörlük etmeyelim, bazen çok da güzel olan anılar var ve bunların beynimizde, kalbimizde ve birtakım diğer organlarımızda iz bırakmış olmalarını inkar etme gibi bir niyetim yok. bu izleri yok etme ve vücuda format atma mevzusuyla ilgili görüşlerimi de daha önce belirtmiştim zaten. ama sorun bu izlerin varlığını ya da gerekliliğini tartışmak değil; bu izlerin şimdiki hayatımızı kontrol etmelerine ne derece izin verdiğimizi görmek ve bu konuda -if necessary- önlem almak. daha da önemlisi, başkalarının geçmişlerinin izlerinin hayatımızı kontrol ediyor olmasına karşı takındığımız tavrı ve almamız gereken önlemleri keşfetmek. ve tam bu noktada yaman bir çelişki içinde buluyorum düşüncelerimi; zira tüm bu izler iz olmaktan öteye geçmiş ve karakter unusuru haline gelmişlerse, bırakın bahsi geçen başkalarını, kendi içimizde bile onlarla mücadele edemeyiz.

ama ben içimdeki superman'i geri getirmek, mücadele etmek istiyorum. zaman dediğimiz şeyin geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek üçlüsünün her elemanına eşit uzaklıkta olan bir kavram olduğunu düşünerek zamanla geçer denen şeyleri zamanın eline bırakmak istemiyorum. eğitimci kimliğimi ön plana çıkartıp tüm zaman çizelgelerini yok etmek, olaylara sadece present noktasından bakmak istiyorum ve daha past simple la başedemezken daha da gerilere gidip past perfect le uğraşmak istemiyorum. dilbilimci kimliğimi ön plana çıkartıp "past" sözcüğüyle "pasteurize" sözcüklerini ilişkilendirip aynı cümlede kullanmak, bu cümlenin syntactic özelliklerini bir bir ortaya dökmek, ağacını çizmek sonra da tüm dalları tek tek kesmek istiyorum.

aslında temel olarak tek bir şey istiyorum.
Let's unwrite these pages and replace them with our own words.

the pins stick farther in

insanın içini sebepsiz bir sıkıntının kapladığı, kalbimizi sımsıkı tutan iki elin hem kalp atışlarını hem de nefes almayı güçleştirdiği, beyindeki düşüncelerin oldukları yerde hapis kaldığı ve belki bu yüzden gözlerin anlamsız baktığı anlardan biri. sadece biri ve çok sıradan aslında, ama nezamandır olmazdı. en kötüsü de derin bir nefes aldıktan sonra içeri gömülür gibi olan o duygunun bir iki saniye içinde yeniden vücudu ele geçirmesi. anlamsız msn konuşmaları, yapılması gereken ama yapılamayan işler, ne sigara var ne de kafada oluşan sorulara cevaplar.

but don't look back in anger, i heard you say. at least not today.

Sunday, January 21

infected body organs: 2

bilmemkaç zaman önce eternal sunshine of the spotless mind'ı izlemiş ve bugün bilgisayarıma format at(tır)mış [many thanks to tyra] olmak aklıma beynimize format atabilseydik nasıl olurdu sorusunu getirdi. işlem çok basit. aynı bilgisayara format atarken yaptığımız gibi saklamak istediğimiz bilgileri yedeklesek ve kalanını bir hamlede silebilsek. sonra kalbimizden temiz bembeyaz bir sayfa ayırsak kendimize ve herşeye baştan başlasak. böylece geçmişimizde sıkıntı yaratmış olan, unutmak istediğimiz, bünyeye virüs bulaştırmış olan her şeyden bir anda kurtulabilirdik.

ne var ki, teoride güzel gözüken bu uygulamanın pratikte sorunlu olacağına inanıyorum. silinmek istenmeyen şeylerin yanlışlıkla silinmesi, ve hatta bazen mecburen silinmesi bir yana; aynı bilgisayarda olduğu gibi beynimizin de bir süre sonra eski haline dönme ihtimali var. hem zemin aynı olduktan sonra, açılan sayfa nekadar temiz olabilir ki? ve en önemlisi, beynimizden sildiğimiz şeylerin etkisi/izleri otomatik olarak kalbimizden de silinecek mi?

bu kalpteki etkileri silecek kadar güçlü olabilecek bir format var mı, ya da hangi virüs koruma yazılımı bu kalbi dış saldırılardan koruyabilir bilemiyorum. belki elimizdeki en güçlü firewallu kurduktan sonra, artık bunu da aşmayı başaran olduysa helal olsun diyerek bize yapacaklarına boyun eğmeliyiz.

ve dua etmeliyiz ki bu program geçersiz bir işlem yürütüp kapatılmasın.

Friday, January 19

aşıkmıyız?

yes. no. maybe. i don't know. can you repeat the question?

You can call me on another line

ders bitti rahatladık sigaramı içerken bugün sigara odasında, sigarayı tutan elimi küstah bir tavırla bükmek ve saçlarımı savurmak suretiyle "eskiden geyik geyik şeyler yazardım bloga, artık hiç yazamıyorum" demiş bulundum. evet ben de komik insan olmak istiyordum, bloglarımla insanları güldürürken düşündürmek istiyordum. peki ama neden olmuyordu?


voodoo girl:
ulan tam bloga yazcak geyik bişe gelmişti aklıma
voodoo girl:
o esnada *censored* mesaj attı
voodoo girl:
unuttum
wykka:
wewauhdjaksdkal
wykka:
aşk böle bişey kuzum.


case closed.

Wednesday, January 17

Please don't put your life in the hands of a Rock'n Roll band

nasıl oluyor da iki bira iki rakıdan sonra her şey normalken bir anda dünya dönmeye başlıyor? nasıl oluyor da mcdonalds kokusu kendisinden 500 metre ileriye kadar yayılabiliyor? nasıl oluyor da ne kadar tok olursak olalım patlamış mısır veya çekirdek yemeye doyamıyoruz? nasıl oluyor da bazı insanlar patlamış mısır veya çekirdek gibi alışkanlık yapabiliyor bünyede?

nasıl oluyor da "yaptığına şantaj denir, böyle aşka montaj denir" noktasından "somebody help me cause i'm falling head over heels in love again" noktasına geliyoruz bir anda?

emeği geçen herkese teşekkürler.

Monday, January 15

glycerine

birbirine zıt duyguların arasında ince bir çizgi olduğu doğrumudur, yoksa bu sadece bende mi böyle bilmiyorum ama bu korkutucu olduğu kadar hoş da bir şey. mutluyum, mutlusun, mutlu. öyleyse neden elele tutuşup ayşecik'in "hayat sevince güzel, sevince tatlı günler" isimli şarkısını söylemiyoruz ve hatta lay lay lom.

bir önceki blogda bahsi geçen huzura half literally-half metaphorically ulaşmış, kes/biç sezon finalini izlemiş, mio bagno keyfi yapmış, haftaiçi yapılması gereken işleri düşünmek yerine rocko's modern life izleyerek şuursuz bi şekilde sigarasını içen bir human being olarak; karmaşık duygulardan ve söylem çözümlemelerinden uzak bir blog yazasım vardı. başarmış olmalıyım. oh yeah i must have.

strawberry fields forever.

Wednesday, January 10

time heals everything

istediğini sandığın şey gerçekten istediğin şey mi, bunu anlamak zaman ve enerji harcatıyor insana. akıl ne derse desin, bazen sandığımız kadar güçlü olamıyor; mesela kalpteki kasılmaları kontrol edemiyor. imece usülünden bihaber, sevişmek yerine savaşmayı tercih eden iki organı olunca insanın, vücudun diğer parçaları da bazen sonu belli, bazen şaşırtıcı olaylara gebe bir karşılaşmayı arenada boğa güreşi izler gibi izliyorlar. sakini de var heyecanlısı da, ama hepsi nihayetinde sonucu etkileyemeyeceklerinin farkındalar.

benimse tek istediğim, literally or metaphorically, sevgilinin kollarında uyanılan sabahın ilk kahvesinin lezzetini ve huzurunu yakalamak.

time heals everything,
but i believe in chemicals baby.

"o"

"o", uykunun huzursuzluğuyla ölümün huzuru arasında belirsiz bir yerde. çimlere tutunmak istercesine mi koparmak istercesine mi asılmış belli değil. yeşil tonlarının dinginliği mi kırmızının parlaklığı mı gözümüzü alan bilinmez. "o", kelimelerin anlamını yitirdiği ama görüntülerin sözlüklere sığamayacağı anlardan birini yaşatırken bize; aslında ifade etmek istediği şey çok açık.


I play dead, it stops the hurting.

Sunday, January 7

hold your breath and count to ten

eski blogları bi okudum şimdi, kendimi tekrar etmişim zaman zaman, ayıpladım kendimi oyüzden. yine de okuyanlara bir hizmetimiz olduysa ne ala, ben sizin için varım halkım.

yine canımın blog yazmak istediği ama yazacak hiçbirşeyimin olmadığı anlardan birindeyiz, oyüzden fazla bir beklenti içinde olmamak lazım. zaten şu son günler bana bunu öğretti; fazla birşey beklemediğimiz zamanlarda elde ettiğimiz şeyler çok daha lezzetli oluyor, zaten robbie amcamız da demiş zamanında "there are no surprises where nothing is expected" diye, böyle yaşamayı öğrenelim diyorum ben de, daha temiz.

yarın işe başlıyor olmanın verdiği ağırlık msnimdeki colleguages grubunda açıkça hissedilmekte. yine de yıllık iznimize kadar non stop çalışacak olma gerçeğiyle yüzleşmemizi ve onunla başa çıkmamızı sağlayacak enerjiyi toplamış olduğumuzu ümit ediyorum, ben bunu yapabildim mi onu hiç bilmiyorum ama. sanırım yine kaçınılmaz olduğu için zevk almasını bilicez, allahtan gang fevkaladenin fevkinde de yırtıyoruz bi şekilde.

işte kalp dolu beyin boş olunca çıkan blog da bukadar oluyor, ne kalp dolu mu dedi, eee o da başka bir bloga kalsın bakalım ha ha ha.

one two one two this is just a test.


Friday, January 5

back to reality

tatilin bitmesine sadece 3 gün kaldığını, ne yazık ki yine sanal dünyaya giriş yaptığım an farkettim. tatilin ilk günü msn kişisel iletime "inanılmaz ama gerçek 9 gün işe gitmiyorum" yazmışım, msnimi o günden beri ilk kez açtığım bu gece itibariyle ise sadece 3 günüm kaldı. normal şartlarda 7 gün çalışan biri için bu 3 gün bile bir nimet olmalı belki ama ben bu geceden back to reality durumuna geçtim, hadi hayırlısı.
[tatil dedim de aklıma tatil isimli film geldi, dip not olarak geçelim, sebebi bilinmez bir şekilde içine alıyor film insanı, son zamanlarda izlediğim en hoş aşk filmlerinden, tavsiye ediyorum cümlenize.]

onun dışında günlük kıvamında takılmak gerekirse yılbaşı gecesi planladığım gibi sakin geçti, bayram tatili de planladığım gibi sakin ve güzel geçti, hatta planladığımdan daha güzel geçti, bi ilginçti ve mutluluk vericiydi ama ayrıntılara giresim yok. sadece mutlu hissetmek istiyorum kendimi, bir arkadaşımın söylediği gibi "mutluluğumu kısıtlandırmadan" belki de; diğer zamanlardan farklı olarak, geçmişi veya geleceği düşünerek değil, sadece bugünü düşünerek. bunu yapmayı başarabilen bir insan varsa ondan özel ders talebim olabilir, zira benim beynim ne yazık ki boş durmayı sevmiyor. cümlelerde ve olaylarda bir "deep structure" (dilbilimci arkadaşlara selam olsun) arama güdüsü içimde hep mevcut ve bu her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor, hatta blogu ingilizce yazıyor olsam "hardly any" buraya cuk otururdu. ama bu defa değişiklik istiyorum. bir önceki blogda kendimle çelişmek istediğim gibi, bu defa da bazı konularda ben olmaktan biraz sıyrılmak istiyorum, çünkü bazı konularda ben olmak bana hiç bir fayda kazandırmamıştı.

daha fazla edebiyat parçalayasım, duygularımı daha net ifade edesim vardı bilgisayarın başına geçtiğimde; ama şimdi içimde ve parmaklarımda o azmi bulamıyorum sanırım, mutlu bir aküyüm ben bugün ve ötesi çok da önemli değil.

ok then back to spaceship, take both pills fuck the matrix.