Saturday, January 31

nobody said it was easy

ama no one ever said that it would be this hard da yani. çok bahsi geçen ağrılarla, konuşma bozukluklarıyla ya da ağız içinde çıkan yaralarla değil derdim. zira tahtaya vuralım çok fazla ağrım yok. aslında çok güzel bir örnekle açıklayabileceğim bir ağrı yaşıyorum ama clubber günlerimdeki kötü alışkanlıklarımın bahsinin geçmesine gerek olmadığını düşündüğümden böyle çene gerilmesi ve sürekli sert bir şeyler ısırmak isteği şeklinde bir ağrı diyelim yeter. ben 20lik diş kıvamında bir ağrı beklediğimden bu bana az geldi mutluyum. konuşmam bozulmadı, yaralar da dayanılmaz seviyede değil. ama en büyük sorunum, en beklemediğim yerden vurdu; yemek.

bilenler bilir, zaten genel yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmeniz gereken bir sürece giriyor insan tel takınca. mesela çekirdekli hiç bir şeyi ağzıma atamayacakmışım artık. 'kabuklu yemiş' yokmuş. öyle hatır hutur elma ısırmak yokmuş. ısırarak yenilen şeylerde arka dişleri kullanmam gerekiyormuş. ben bütün bu söylenenleri zaten biliyordum. hazırlıksız yakalandığım tek şey asitli içecekleri mimimuma indirme mevzusu oldu.

en büyük problem diye bahsi geçen şey emperyalizmin köpeğiyim kola içmeden yaşayamıyorum değil tabii. bu ilk 3 gün için kıvamlı, yani çiğnenmeden yenilebilecek şeyler yemem gerekiyor. bu da bütün gün için başlangıç çorba, ara sıcak activia, ana yemek patates püresi, tatlı da sütte ezilmiş bisküvi demek oluyor. benim gibi KFClerden, iskendercilerden, dominos pizzalardan çıkmayan bir insan için takdir edersiniz ki işkenceden farksız. telin hangi gün takılacağı bir ay öncesinden belli olduğu için, ayı gibi yemelerimi "tel takıldıktan sonra yiyemeyeceğim aman şimdi yerim ne olacak" meşrulaştırmasıyla iyiden iyiye çoğalttığımdan, muhtemelen kafam kadar olmuş midem neye uğradığı şaşırdı ve beynime deli gibi "sen benimle dalga mı geçiyorsun hacı, bunlar benim tek öğünümde bile bilmemneyimi doldurmaz" siyalleri gönderiyor (bu noktada anatomi bilgisi yetersizliğinden 'bilmemne' kelimesi yerine dişimin kovuğu manasında ama mideyle alakalı tıbbi bir kelime yerleştiremedim. tüm seattle grace doktorlarından özür dilerim). masadaki herkes tavuklar, patates kızartmaları vs yerken sadece çorba içip doymaya çalışmak ne demekmiş, çok iyi anladım. ey rejim yapan hemcinslerim, I hear you!

sözün özü: allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. amin.

Tuesday, January 27

telli voodoo


25 yaşında 100binlik araba hallerim, 45 dakikalık diş hekimi müdahelesi sonucunda school girl günlerine dönmüş durumda. her pazartesi başlanan rejim hesabı sürekli ertelenen diş teli takma işlemini, bugün itibariyle ders anlatma sürecimi resmi olarak bitirmiş olmam nedeniyle yaptırdım. amerikan filmlerindeki gibi 2 sene sonra bu tellerin çıkmasıyla bir anda bir afete dönüşeceğim gibi bir kafada değilim; zira seksapelimden ve güzelliğimden hiç bir şey kaybetmediğimi düşünüyorum; yersen. her şeyin başı sağlık ve bittabi eğitim şart.

Monday, January 26

ara beni ara yar arasıra ara yar

serinin bu halkasını "bunu da yaz voodoo" aramasıyla defalarca bloga gelip kendini göstermeyi başaran deli okuyucuma ithaf ediyorum. buradaysan 3 kere tıklat.


1. çük: 'kendini eşeğe siktiriyor', 'atın atı sikmesi', '18 yaşında sex yaparken cırlayan kızlar' gibi aramaların arasında masumiyet timsali bir arama. bu insanın biraz daha sex eğitiminden geçmiş hali 'çük kukuya giriyor' falan gibi bir aramayla tekrar karşımıza çıkabilir.

2. abdullah gül götüne çıban girsin: girsin de, google mı soksun çıbanı, amerikaya bir mesaj verme kaygısı mı bunu google'a yazdıran onu anlayamadım.

3. ayşecik sexte: child porn'u çocuklar için porno sanan zihniyetin aramaları bunlar.

4. baram bam bam lets go: baram bam bam yazmak yetmez bir yandan klavyede tempo tutacaksın ki google anlasın hangi şarkıyı bulmaya çalıştığını.


5. ben sexte ne yaptım sana: google'a yazdığın serzenişe bakılırsa pek bir şey yapamamışsın.

6. erkekler kızların memelerini elliyorlar: aa ne ayıp çüklerini de çıkartmışlar mı?

7. istanbula gelince ışığı gördüm: araba farıdır o, ak sakallı dede kafasına girmenin manası yok.


8. heryerde sikiyorum: müthişsin adamım sağ elini mi sol elini mi?

9. i've got a tshirt nasıl okunur: 'fak mi' diye. dene bak faydasını göreceksin.


10. önden mi arkadan mı diye soruyor: işte fikri sorulan kadınlar, işte feminist hareketin zaferi!

Sunday, January 25

Rain, I don't mind


servisten indiğin anda yüzüne acıtırcasına çarpan yağmur damlalarıyla eş zamanlı olarak "placebo - protect me from what I want" çalmaya başlaması, yol boşken bile yeşil yanmasını beklemeden karşıya geçmeyerek ve kapşonunu kullanmayarak yağmura meydan okuyor gibi gözüksen de aslında onunla sevişiyor olmak, yolun yarısında protect me from what I want'ın yerini my sweet prince'e bırakması ve hangi placebo şarkısının yağmura daha çok yakıştığına karar verememek, kullanım klavuzunda "should not be exposed to excessive water" yazan yün botların yağmurda giyilmemesi gerektiğini bizzat yaşayarak öğrenmek, ıslak ayaklar ve saçlarla eve gelip sıcacık bir banyonun ardından koca bir kase 'microwave popcorn'la "goodbye lenin" izlemek.
hele bir de elime bir fincan kahve alıp camın kenarındaki koltukta kitap okumuş falan olsam klişenin dibine vururdum, biliyorum. hava durumuna paralel yazılar döşeyen romantik ve entel kız tribi de hiç durmuyor üzerimde. de; yağmur, çok uzaklardan çağırıyor, ne yapayım..

Javier Bardem

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 18





Saturday, January 24

the time is now

19.00 Beşiktaş - Denizlispor

Friday, January 23

çağımızın icadı tekerlek

hayatımdan inciler köşesinde, yaklaşık 2 saat sonra dönemin son dersine gireceğimi ve 6 şubat mesai bitiminde başlayacak olan resmi sömestr tatilime kadar invigilating-marking-preparing dışında bir iş yapmayacak olmanın mutluluğunu yaşadığımı belirtmeyi bir borç bilirim. dün 3 günlük erzak alışverişinden sonra kendimi sevdiceğimin evine de kapattım, daha ne olsun.

bu bahsi geçen erzak alışverişini yapmak üzere kampüs yakınındaki über markete girmek üzereyken, etrafımızı seren serengil-emrah filmlerindeki motorsikletli asi gençler havasında, tekerlekli spor ayakkabılara sahip bir takım çocuklar sardı. generation gap denen şeyi bütün çıplaklığıyla yaşadığım an bu spor ayakkabıları ilk gördüğüm andır. her kız çocuğu gibi, "ben büyüyünce annem gibi olmayacağım, çağın gerekleriyle içli dışlı olup çocuğuma yakın olacağım" düşüncelerini bünyemde bulunduruyordum elbet. gerçi ben hayatımda hiç bir zaman "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "gelin" ya da "anne" diye cevap verecek kadar feminen olmadım. benim o soruya cevabım hep "öğretmen" olmuştur. I'm living my dream, yersen. sonuçta hiç bir zaman çocuğum olsun şöyle olsun hayallerim olmadı (madonna gibi çocuğumla matching outfit giyme fantazim dışında), hala da çocuk sevdam ya da planım yoktur ama bittabii o annelerle gırtlak gırtlağa gelme anlarında her insan gibi ben de "ben böyle olmayacağım" moduna girmiştim. internetten anlıyor olmak, az çok öğrencilerimin zevkleri ve yaşam tarzlarına aşina olmak, parçası olmasam da facebook nedir ne değildir bilmek falan bana hep doğru yolda olduğum sinyallerini vermişti. ta ki o tekerlekli spor ayakkabılarını görene kadar. çocukluğunda yerde hızlı bir şekilde hareket eden tek objesi misketleri olan biri için takdir edersiniz ki spor ayakkabılarıyla kayan çocuklar jetgiller havası yaratıyor. "japon yapmış arkadaş" deyip uzaklara dalıyorum. yaşlı insan kafası. 70lerin film yönetmenlerinin 2000li yıllarda uzay çağının dibine vuracağımızı ve etrafın uçan arabalardan geçilmeyeceğini zannetmeleri gibi ilüzyonlardayım, doğmamış çocuğuma roket ayakkabı biçiyorum.

Tuesday, January 20

midem bulanıyor

bloguma yakışıklı erkek - tadına bakılması caiz kadın resimleri koymaktan daha derin, daha edebi ya da daha komik şeyler yazasım var aslen; ancak kendi jargonumuzda course 2 tabir ettiğimiz dönemin son haftası olması, işlerin yoğunluğu ve üzerine bu dönem bir türlü kendine gelemeyen bünyemin an itibariyle yine hastalık sinyalleri vermesi gibi bahanelerin ardına saklanıyorum. halbuki cumartesi gecesi üniversiteden arkadaşlarla buluşup ankara'nın altını üstüne getirdiğimizi, gittiğimiz mekanları da compare-contrast tadında yazının arasına sıkıştırarak, üniversiteden bu yana değişen duygusal zekamızı incelediğim vurucu bir sonuç paragrafıyla anlatabilirdim. dün normal insanlar için doğal benim içinse lütuf sayılacak iş sonrası yemek + sinema keyfimi anlatıp, uygar şirin (hala yazıyor mu bilmiyorum) havasında film eleştirisini araya sıkıştırabilirdim. bunlardan herhangi biri sonucunda, en son ankaradaki beşiktaş - gençlerbirliği maçı yazısında yakaladığımı düşündüğünüz o heyecanı belki yeniden canlandırır, özüme falan dönerdim. burdan çağrışıp 'özüm' dediğim şeyin ne kadar değiştiğini anlattığım bir başka yazıya geçer, mistik ve karizmatik voodoo girl imajı çizebilirdim. yapamadım. yapmadım. midem bulanıyor. dün düzgün uyuyamamış olmamdan ya da dönemin yorgunluğunun artık çat diye üzerime oturmasından mı bilinmez, pek kendimde değilim. 'hayat, beni neden yoruyorsun' diyecek kadar klişeleşmeyecek, 'durdurun dünyayı, inecek var' diyecek kadar banallaşmayacak durumdayım oysa; ama yazamıyorum. midem bulanıyor.

Saturday, January 17

Kendra Wilkinson

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol.9








Friday, January 16

Fosforsuz Cevriye


en son yurdum insanının ölüp bittiği ve sayfalarca google aramasından gına geldiği için şu anda adını zikretmekten kaçındığım o filmi şurada eleştirdiğimden beri sanatın ve sanatçının dostu voodoo girl postum olmadığını farkettim. o yüzden hazır sinirlenmişim, kinimi başka bir yere kusayım modunda ankara devlet tiyatrosu tarafından sahneye konulan fosforlu cevriye oyunundan bahsetmek istiyorum.

oyuna tamamen kişisel sebeplerden, kadim dostum ayfer'in nişanlısının oyunda rol alıyor olması sebebiyle gittik ('ne kadar çok sanatçı insan tanıyorum tanrım' tribimi yesinler). tiyatroya karşı olduğumdan değil de, yanında "müzikal" yazan türkçe oyunlardan ağzım yanmış olduğundan. ilk dakikalarda "japon yapmış arkadaş" dedirten dönen sahnesi ve mini senfoni orkestrasıyla seyircinin ağzına balı çalan oyun, ilerleyen dakikalarda -kanımca büyük ölçüde cevriye rolündeki oyuncu yüzüden- binbir sıkıntıya gark ediyor insanı (hayatımda ilk kez gark etmek tabirini kullandım çok heyecanlıyım kesin yanlış oldu).

'baş' tabir edilebilecek diğer oyunculara laf etmek tabii ki mümkün değil, zira bence gayet iyiler. laylaylom şarkılar ve danslar da sıkıntı yaratmıyor, zaten oyunun tanıtımında vaadedilen şeylerden biri de bu. ancak konu "zaman zaman hüzünleneceksiniz" iddiasına gelince çuvallıyor oyun. favorimiz çelloya eşlik eden enstrümanların müthiş ezgilerinin üzerine, sadece sesi ve memeleri (ki diğer kadim dostum aycana göre push-up bra'nın eseriymiş, ben söylesem kıskandı dersiniz diye başkasını referans verdim) güzel olduğu için oyuna dahil edildiğini düşündüğüm baş kızımızın saçma sapan sözlere sahip şarkıları eklenince, kızımız da popun prensesi nilüfer havalarına girince, olay işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. sahne ne zaman hüzünlü bir havaya girse "allah yine şarkı geliyor" korkusuna bürüyor izleyiciyi. oyuna adını vermiş karakterin daha güçlü olmasını bekliyor insan haliyle, hani adına yakışır bir şekilde fosfor gibi parlamasını falan, ancak oyun sonunda bu kıza dair hiç bir şey kalmıyor akılda. olay örgüsü biraz boş, final de saçmalık olunca, böyle bir konunun 3 saate nasıl uzatıldığını anlayamamış bir şekilde çıkıyorsunuz salondan.

tiyatroya destek olalım tabii ki, siz de gidin görün belki beni rahatsız eden unsurlar size o kadar batmaz ve iyi tarafları daha ağır bastığından eğlenirsiniz ancak çok rica ediyorum, hani sizden böyle bir şey beklediğimden değil de, karakterlerden biri "siktir git" dedi diye gülen mehmet ali erbil fanlarından olmayın, olanları uyarın, yüzlerine tükürün. benim yerdiğim o başrol oyuncusunu da beğenseniz dahi alkış esnasında "halkım, beni siz yarattınız" triplerine benim hatrıma gıcık olun, fazla alkışlamayın. şimdiden teşekkürler.

very angry: furious, livid, outraged, incensed, incandescent with rage

resim notu: evet sinirliyim ama google görsellere 'angry' yazıp karşıma çıkan ve neresinin komik olduğunu anlayamadığım sinirli bebek veya hareket çeken maymun resimlerini buraya taşıyacak kadar şuursuz değilim.

şu anda biraz(!) (hastasıyım bu parantez içi ünlemle yapılan yazı mimiğinin) sinirliyim. bugün okulumda sınav var, ben de her öğretim görevlisinin hayali "standy-by" kontenjanından bebeleri ingilizce konuşmaya çalışırlarken dinleyip not verme yükünden kurtuldum (gerçi mesleki deformasyona iyi malzeme çıkıyordu ama neyse). iyi hoş da, bana bunu dünden söyleseydiniz ya ey management! yanımda bilgisayarım olsa şimdi haftasonu yapmam gereken bütün işleri bitirmiştim. kitabım olsa kültürüme kültür katmıştım. ipodumun şarjı olsa neler neler dinlemiştim. bu kadarcık şeyden buraya gelip sinir postu yazdığımı düşünenler beni iyi tanımışlar ancak bugünlük yanılıyorlar.

neyse ne yapalım, otururuz bütün gün, hem eğitimi de tamamladık bugün son ödevimizi verip cloud number nine'a çıkıyoruz triplerindeyim, sade kahvemden ("I like my men like I like my coffee. Black and strong." lafı nerede geçiyordu hatırlayana ödül) bir yudum alıp geçiyorum esma sultandan ödünç aldığım bilgisayarın başına. maillerimi açıyorum ki ne göreyim, eğitim dosyamda 3 döküman eksikmiş, trainerımın bana gönderdiği o 3 şeyin kopyasını alıp orjinalleri göndermeyi unutmuşum. unutmuşum da utanmadan "evaluation for your UTP on October 6" yazan hocaya ne denir? şimdi mi aklına geldi de beni strese sokuyorsun, ofisime baktım bulamadım ya evde de yoksa, ya temizlikçi kadın yanlışlıkla çöpe attıysa (ki bilirsiniz genellikle favori hareketleridir bilip bilmeden bir şeyleri çöpe atmak. gerçi na-jayinki zarasutralarını çalmıştı günahını almak gibi olmasın, "sekste zevk almak istiyorum" aramasıyla bloguma düşen kişinin de o olduğundan şüpheleniyorum) denmez mi. yani ya bulamazsam ve pazartesi zaten sınav var onun stresi bir de bununla uğraşmak zorunda kalırsam. tam öğrenci serzenişlerindeyim, final dönemindeki bloggerları çok okumaktan mı oluyor ne?

hani benim TGI Friday'im?

Tuesday, January 13

you sexy thing

Hürriyet'in La Gazetta dello Sport gazetesinden arakladığı habere göre İtalyan kadınları dünyanın en seksi 20 futbolcusunu seçmiş. Listenin 14. sırasında Türkiye'den de bir yıldız olduğunu müjdeleyen Hürriyet'in bu haberini ilk görenler MalVolkan'ın listeye girdiğini zannetmiş olabilirler ancak yanılıyorlar. zira sonuçlar şöyle:

1- David Beckham: kendisini çekemeyenler 'futboldan başka her işe yarıyor' yorumlarını kusa dursun, hemcinslerim seksi listelerinde ilk sıraya koymaya devam ediyor david beckhamı. adam yakışıklı kardeşim, kabul edin ve hayatınıza devam edin bi zahmet. hem iç çamaşırlarını da ortak kullanırsın tasarruf olur -iğrencim-.
2- Thierry Henry: liz hanımefendinin deyimiyle 'fuck me in French' kategorisinden listeye girmiş olabilir. ayrıca kabul edin her annenin hayali efendi damat tipi var ordan da kazanıyor.
3- Freddie Ljungberg: yerler. çok net.
4- Cristiano Ronaldo: bu keçiören clubber'ını listeye koyan kadının aklına şaşayım. buradan italyan kadınlarına sesleniyorum, bu tipten bizde çok var keçiören-batıkent dolaylarında, bekleriz.
5- Fernando Torres: şirin olduğunu kabul ediyorum ama benim seksapel anlayışıma gelmez. o lindsay lohan çilleriyle olmaz yani.
6- Paolo Maldini: çirkin ama italyan karizmasıyla işi götürüyor.
7- Kaka: blogu düzenli takip edenler kendisine olan hayranlığımı bilirler. gönüllerimizin birincisisin kaka!
8- Michael Owen: bunun neresi seksi biri bana anlatsın yahu.
9- Andriy Shevchenko: iyi futbolcu diye saygı duyulabilir de seksiliğin s'si yok adamda be.
10- Frank Lampard: ya git işine.
11- Figo: sırf portekizli olduğundan saygı duyarım da nunocuğum varken buna laf düşmez.
12- Cesc Fabregas: bu ne abi fatih ürek'in yandan yemişi dalga mı geçiyorsunuz?
13- Francesco Totti: sanıyorum totti de gözleri ve tam bir italyan piçi oluşuyla listede kendine yer bulmuş.
14- Harry Kewell: işte türkiye'den seçilen insan. ligimiz ve yakışıklılarla ilgili görüşlerimi şurda belirtmiştim, o yüzden yorum yapmıyorum. en yakışıklı beşiktaşımoley!
15- Michael Ballack: o saçlarla shopping spree olsan çekilmezsin maykıl. sorry (ulan iki sene almanca aldık lisede şuraya almanca sorry bile yazamadım ona sinirlendim bak şu an).
16- David James: kara pipi kontenjanından ve cosmo'ya verdiği çıplak pozlardan dolayı kendine yer bulmuş olabilir.
17- Joe Cole: bunun vücudu bile güzel değil nesini seksi bulmuşlar anlamadım.
18- Raul: tipim değil ancak itirazım yok.
19- Carlos Bocanegra: tatlı çocuk. biraz sıradan bir tipi var ama.
20- Shunsuke Nakamura: ırkların çeşitliliği adına koydunuz bunu listeye anladım da tsubasa bundan yakışıklı şerefsizim.

gördüğünüz gibi listenin çoğuna katılmıyorum. zaten italyan kadını kadın olsa italyan erkeklerinin çoğu gay olmazdı diyerek gudubet, kıskanç ve seda sayan seyircisi profilinde bir yorumla yazımı bitirmeyi bir borç bilirim.

Sunday, January 11

thelead

bu aralar okula giderken/okuldan dönerken serviste geçirdiğim vakit gözüme batmaya başladı. ki evden işe servisle yaklaşık 20-25 dakikada gittiğimi göz önünde bulundurursak allah çarpar nasıl bir nankörlük yapıyorum. istanbuldan okuyan arkadaşlar kızacak 'vallaha'. serviste geçirdiğim dakikaları geçtim, bir de evden durağa yürüme kısmı var. özellikle servisten inip eve yürüme anları çok önemlidir benim için. o kadar üşenirim ki, mutlaka bir şeyler yapmam gerekir. genelde hemen birini ararım ve eve gidene kadar konuşuruz. aramayı planladığım insanları kafama not edip servisten ineceğim dakikaya kadar beklediğimi bilirim. bu olay telefon faturama hoş olmayan şekillerde yansımaya başlayınca ipoduma sarıldım. özellikle bu mesafe için belirlediğim şarkılar var ve ben 5 dakikalık bu yolda kendimi sahnede hissederek o şarkılara eşlik ediyorum. şarkılar değiştikçe tarzına göre sahne kıyafetim ve saçlarım da değişiyor. gözlerimi bile şarkının ritmiyle senkronize kırptığımı farkettim geçen gün. böyle bir high school girl kafası yaşıyorum o 5 dakikada.

insan büyüdükçe o yatmadan önce kurduğu hayaller azalırmış ve yerini gerçek kaygılara bırakırmış ya (isveçli bilim adamları araştırmış), işte sanıyorum benim küçüklükten bu yana terketmediğim tek hayalim bu sahneye çıkma olayı. hep içimde kalmıştır. gençliğimde özel cdlerim vardı sahnede söylemek istediğim şarkılarla doldurduğum. yolda falan onları dinlerdim discmanimde. sahnenin neresinde durup hangi hareketi yapacağıma kadar planlıydı her şey. 26 yaşıma geldim bak hala nasıl içleniyorum. ulan rockstar sevgili desen var, tarz desen o da var, azcık da sesim olsa türkiye'nin gwen stefanisi olurdum şerefsizim.

gwen stefani sahnenin yan tarafında bulunan voodoo girl'ü işaret edip veliahtını açıklarken

Friday, January 9

Timmy Woods - Eiffel Tower Bag

voodoo girl's "bunu yapan insan olamaz" series vol. 1

Wednesday, January 7

aramazsan arama yar aramazsan arama

ayıpçı şeyler yazdım biraz. ev kızı imajından uzağım. tu kaka.

1. evlenen kızların pijama partisi: bu lezbiyen fantazileriyle nereye kadar? bir de evlenen kızlar diye belirtmiş. namuslular yani, bir eve toplanıp birbirlerinin memelerini elliyorlar ama evlendikten sonra.

2. aybenin göt şekli: doktora götürüp "götümü buna benzet" mi diyecek anlamadım ki.

3. gazım kartal sex: gaza geldim kartalları izleyip 31 çekeceğim diyor.

4. gelecekte bugün: google'ı her şey zanneden çıktı da nostradamus zanneden bir tek bu var.

5. soğuk hissi veren müzik dinle: bunu google'da aratan allah bilir şarkı çalarken ekrandan yüzüne üfleniyor falan diye düşünüyordur.

6. merzifon eşek seksi: ulan bütün rocco the animal trainercılar beni bulmuş. bir de ırk belirtiyor sapık pezevenk.

7. kızılla sex yapmak için ne gerekir: vallahi normal ekipmandan farklı bir istekleri olup olmadığını ben bilemiyorum buna mellö cevap versin.

8. son seçimlerde i.melih böceğin aldığı oy: götüne girsin. (senin değil böceğin).

9. vajina ağartıcı: a.k.a erkek orospusu. sonra kızlar içli içli şarkı söylüyorlar işte "neden vajinan beyazlamış arkadaş, sana da benim gibi attıran mı var" diye.

10. türk kızını mükemmel sikiyor: kimmiş o hayrına duyurun da bekar arkadaşlar nasiplensin.

Jamie Oliver

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 17



Tuesday, January 6

the show must go on

* alışveriş yaparken yanınızda duran insanı arkadaşınız zannedip bir kıyafet hakkında yorum yapar ve dönüp yabancı bir insanla karşılaşırsınız ya, insan kendini nasıl salak hissediyor o anlarda.

* şu yaşıma geldim, saati doğru gösteren bir tane dolmuşa binmedim.

* şu yaşıma geldim, rahat açılan jelatini olan bir tane cd almadım.

* özellikle kuaförlerde falan çalışanların birbirine 'bey' diye hitap etmeleri çok komik. sanki ben bilmiyorum normalde birbirinize cello cello (erkeklerin içlerindeki gizli gayi açığa çıkarttığına inandığım) çük tutma hareketleri yaptığınızı. hani şu yanında ses efekti de yaptığınız. anladın sen onu.

* japon yapmış şu sensörlü ışık mevzusunu aferin de, tuvaletlere koyarken onlardan bir tane akıllı insan da klozette otururken aletin seni algılayamadığını farketmiyor mu? çişimizin orta yerinde ışık sönünce ne durumlara düştüğümüzü bilen var mı?

* showmaxte program desem değil bir şey var böyle dünyanın dört bir yanından canlı görüntülerle oralarda saat kaç onu gösteriyorlar. işte o görüntüler canımı nasıl yakıyor kelimelerle ifade edemiyorum.

* seyircili programları izlerken, laf ebelerini falan mesela, kamera seyircilere döndüğünde dikkat kesiliyorum sanki tanıdık birini görcekmişim gibi. böyle bir trip geliştirdim.

* southpark'ın ultra meşhur bir bölümü var barbra streisand canavara falan dönüşüyor hani. o bölümü yazacak kafayı yaşatan neyse ondan ben de kullanmak istiyorum.

* bölücü köpek diye saldırmayın da (oha) ben bu ülkede en çok karadenizlileri seviyorum galiba.

Saturday, January 3

7

2009'un ilk yazısı, yılbaşında ne yaptıkla başlayıp cuma gününün tatil oluşunun mutluluğuyla devam edip şu anda da ne kadar işim olduğunu anlatarak bitirilecek, aralarda küçük esprilerle bezenmiş ortalama bir yazı olmaya adaydı. olmadı. herkes üzüldü, herkes kendini o annenin, babanın, kardeşin, arkadaşın yerine koydu üzüldü. ben bir de pazartesi okula gidip onu sınıfta göremeyecek olan öğretmenin yerine koyup üzüldüm. yazamadım, yazamıyorum.