Monday, September 29

verilmiş sadakayla tanıştım.

hayatınızın film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçtiği de, şoka girip hiç bir şey hatırlayamamanız da yalanmış. bal gibi hatırlıyorum. direğe çarpışımızı, hava yastığının açılmasını, 'şimdi takla atıcaz sanıyorum' diye düşünürken düştüğümüz refüjden çıkışımızı, motordan çıkan dumanları, eğik zeminde ayakta durmaya çalışarak arabadan inişimi, yanımıza yardıma gelen insanları..

sonuç itibariyle, kazanın şahitleri tarafından takla atmayışına inanılamayan arabadan sağ salim çıkıp -eğitim gönüllüleri çalışanı istanbullu suat bey sağolsun- sağ salim izmire ulaştık.

burdan ankaraya dönüş mecburi hizmet, ancak ondan sonra bir süre yola çıkmam beklenmesin haliyle.

Saturday, September 27

in other news

sevgili günlük,
bu satırları sana sevdiceğimin taşınmak üzere olduğu evin koltuğundan yapayalnız yazıyorum, zira rockstar eşi olmak zor beyler stüdyoya gitti. adam's pizzadan getirttiğim tost ve limonatayı bitirmiş, sigarasını yakmış mutlu bir insanım an itibariyle.

90lıların üniversite öğrencisi olduğu günümüz koşullarında bir darbeyi de öğrencilerimden yedim dün. "siz üniversitedeyken mango var mıydı hocam?" ın şokunu henüz atlatmışken yeni bomba, radyo kültürümün pek olmadığını söylemem üzerine öğrencilerimden birinin "ama hocam sizin zamanınızda walkman falan varmış bilmeniz gerekli aslında" demesi oldu. artık "bizim zamanımızda " diye başlayan cümleler kurma hakkını görüyorum kendimde, officially.

bunun dışında sana vereceğim en değerli öğüt ulusoy denen rahatsız koltuklu yalancı wireless bağlantılı otobüsle seyahat etmemektir. varan rulez.

visulog

scostarın mimi sonucu ilginç bir test yaptım kendime, bazı anlarda seçim yapmakta zorlansam da sonuçlar aşağıdaki gibi çıktı ve vallahi tuttu. seviyorum böyle saçma sapan testler yapmayı, gönder gönder gelsin. wykka, elim sende.

ruh hali - sofistike: Zevk seçimin hoşgörülü tarafını ele veriyor.Gerçek bir yemek aşığısın.
Şehrin havasını başka hiçbir şeye değişmezsin - sana yaşadığını hissettiriyor. En davetsiz gözüken yerlerde bile bir güzellik buluyorsun. Kendinden emin ve iş bitiricisin.
Müzikte her zaman yenilikler peşinde koşan iyi bir dinleyicisin. Senin için konserlerin yerini hiçbir şey tutamaz.
Sanat deyince ilk aklına gelen moda akımları oluyor. Rahat olsun olmasın, trendler sana göre denemeye değerdir. Kendini moda olanla ifade etmeye inanıyorsun.

eğlence - hiperaktif: Tatilde deniz, kum ve güneşin olduğu her yere gidebilirsin. Sürekli aktivitelere ve turlara katılmak sana göre değil. Tatil, pilleri yeniden doldurmaktır.
Tutkularına boyun eğmeyi, inişleri ve çıkışlarıyla hayatı seviyorsun. Tutkulu ve fazlasıyla sadıksın. Büyük bir olayın parçası olmak sana haz veriyor.
İyi göründüğünde iyi hissediyorsun. Kendini şımartmaya hep hazırsın. Tabii bu kadar iyi görünmek biraz zaman ve para kaybı demek, biliyorsun !
Seni rahatsız eden şey nedir? Etrafındakilerin daima bakımlı, sıkı vücutlu ve çekici gözükmelerini istiyorsun. Kilolu,tüylü,kıllı hiçbir şeye tahammülün yok.

alışkanlıklar - keyif düşkünü: Her ne kadar sağlıklı yaşam fikrini desteklesen de, vazgeçilmezlerin var ve açlığını mutlaka gidermelisin. Tercihin "büyük" porsiyon..
Evinde modern ve cool bir zevkin var.Fonksiyonel olması yetmez, evin de senin kadar tarz sahibi olmalı.
İçeçek tercihin klasik tatlara düşkün olduğunu gösteriyor- evet biraz da havalısın.Giyinip dışarı çıkıp kendini göstermeyi seviyorsun !

aşk - aşk böceği: Aşk senin için uzun bir bağlılık demek. Kendini adamak, fedakarlık ve sevecenlik..
Senin için özgürlük anı yaşamak demek. Oldukça gözükarasın ve önüne çıkan fırsatları değerlendirmekten çekinmiyorsun.

Thursday, September 25

Joaquin Phoenix

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.11





Wednesday, September 24

mimror

wykka mimlemiş, pek de severim zaten kendimi anlatmayı, yazalım efendim. benden sonra da jelatin hanımlar (oooo oooo o da seviyor) ve syntax error beyler yazsınlar lütfen.

Q: blog yazmaya ne zaman başladın?
A: aralık ayının soğuk bir gecesiydi. atmış olabilirim. ama aralık 2006 ondan eminim, "spending a saturday night with a refresh button" diye başladı olaylar onu da hiç unutmam. blog mevzusunu da bana tanıtan wykka ve desalvo kardeşlerdir belirtmeden geçemiciim.


Q: blog yazısı konularının belli bi çizgide olmasına özen gösteriyor musun?
A: alakam yok. eskiden daha komik yazıyordum ama, daha çok eğleniyormuşum demekki. şimdi daha durgun yazıyorum, ya da bana öyle geliyor. tek takıntım, böyle bits and pieces modunda şeyler geliyo aklıma, onları bir bütünlük içerisinde yazmam gerekiyormuş hissine kapılıyorum. takıntılı bir insan olduğumdan ama o da, blogum çizgi ötesi olacak korkusundan değil.


Q: blog yazmayı ne zamana kadar sürdüreceksin?
A: pazara kadar değil mezara kadar dersem aklınıza tribünler değil mustafa sandal gelecek değil mi?


Q: blog yazmak senin için eğlenceli bi uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bi hal almaya başladı mı?
A: artan bekleyiş mi? nerde? ben şahsen blogumun çok fazla insan tarafından okunduğunu zannetmiyorum. o tarz ziyaretçi sayısı vs gösteren sistemlerden de kullanmadığımdan hiç bi fikrim yok açıkçası. iki blog yazıyorum diye ayşe arman moduna girme durumum yok yani, kafama göre takılıyorum. kaldı ki günde 1000 tane insanın benim yazı yazmamı beklediğini de bilsem 'ben sanat için yazıyorum' der yine kendimi sıkıntıya sokmam öyle de artist bir insanım.


Q: blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun?
A: yazmak için değil de daha çok okumak için vaktimden feragat ediyorum. ama bu soruyu biraz profesyonelliğe yönelmiş buldum, amatör ruhumla verecek bi cevap bulamadım (böyle de karizmatik bitiririm heyt be).

taking candy from strangers

ntvmsnbc: voodoo girl hasta yatağını terkedeli çok oldu sevgili okuyucu, vefakat okul bu aralar hali hazırda azalmış olan hayat enerjimi bütünüyle tüketmekte. işbuyüzden cuma günü başlayacak olan tatil tam zamanında yetişti denilebilir. memleketimin tüm insanlarının biryerlere gidiyor olması neticesinde son anda yaptığım haftasonunu istanbulda geçirme planı suya düşmek üzereydi ki internet başında geçirdiğim zamanlar meyvesini verdi ve ulusoy'un 17.30 otobüsünün 13 numaralı koltuğunda yapılan rezervasyon iptali ışığında cuma gecesi istanbuldayım. pazar gecesi dönüyor ve pazartesi de izmir yollarına vuruyorum kendimi.

weather forecast: havanın artık soğuk olduğunu en net ifade eden şey bence sabahları yatağın içinin evin içinden sıcaklık bağlamında daha cazip olması.

eurosport: bir insanın fanatikliğini şöyle ölçtüğümü farkettim; kendi takımının maçında milli takım maçından daha çok heyecanlanıyorsa.

E!: hemcinslerim george clooney'de ne buluyorlar biri bana anlatsın.

paranoyak geldik paranoyak gidiyoruz

"Türkiye'deki ilk futbol maçı 1895'te İzmir'de iki İngiliz takımı arasında oynanmıştır. Öte yandan Union Jack ile bu yeni oyun arasındaki sıkı ittifaktan kuşkulanan Padişah Abdülhamit tebaasının bu 'Britanya' sporuyla ilgilenmesini pek hoş karşılamamış, Türklerin işlerine tuhaf ve gizli bir müdaheleden kuşkulanarak ülkesinde fotbolun gelişmesini engellemiştir."

Pascal Boniface - Futbol ve Küreselleşme (NTV Yayınları)

Birol Ünel

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.10



Friday, September 19

voodoo girl hasta yatağından bildiriyor



havaların soğumasını ve kalın kazaklar giymeyi dört gözle bekleyen ben, havaların soğumasından tam olarak bir gün önce şifayı kaptım. bunu özellikle belirttim; zira havaların soğumasına aldırış etmeden/hava durumlarını sallamadan tshirtlerle gezdim de hastalandım diye düşünmenizi istemem. ben ki ntv sabah haberlerini izlemeden, gözlerimizin önünde yaşlanan ama adını bilmediğim adamcağızı görmeden + o ses, duruş ve yürüyüşle film yıldızı olması gerekirken yanlışlıkla hava durumu habercisi olan karizmatik amcayı dinlemeden evden çıkmam bu böyle biline. herneyse, çarşamba gecesinin uyutmayan şimşek ve gökgürültüleri eşliğinde gelen soğuk hava, perşembe günü şifama şifa kattı ve hasta-hane yollarına düşürdü beni. yeri gelmişken "kimlik no'nuzu biliyor musunuz?" diye sorduğunda önce "tc mi?" diye cevap verdiğim, sonra kendi kendimle dalga geçerek "ne sordum ben ya yok ingiltere" diye saçmaladığım mesa hastanesi acil servis elemanından masasına sümük damlattığım için özür diliyorum.

saatlerimiz 13.00ı gösterirken bina önünde yemek sonrası sigaramı içiyor değil de bu satırları yazıyor olmamın sebebi de işbu bahsi geçen hastalık yüzünden işe gidememiş olmam. tabiiki o ofis işi yapan şanslı çoğunluktan olmadığım için bu gün işe gitmemiş olmak işlerimi kolaylaştırmıyor, aksine ptesiye kadar yapılması gereken binlerce iş var ve ben her şımarık hasta çocuk gibi sadece yatmak ve çorba içmek istiyorum. ben bu hallerdeyken serin havanın tadını çıkartan, çeşitli eğlence organizasyonları yapan herkese de takım arkadaşları yerde sakatlıktan kıvranırken yanına gelip sağlık görevlilerinin getirdiği suyu içen 'aşşalık' futbolcu muamelesi yaparım ona göre.

Wednesday, September 17

benim bi soru(nu)m var

commentlerin pop up window olarak çıkmasını istiyorum ancak gerekli ayarlamayı işaretleyip 'save' diyor olmama rağmen hala full page açılıyor. nedir?

Tuesday, September 16

we can't take our eyes off the t-shirt and ties combination

televizyonlarda başlayan yeni yayın dönemiyle eş zamanlı olarak başlayan yeni eğitim/öğretim yılımız hayırlı uğurlu olsun. lakin bu dönem kampüs maratonu modunda bi 9 hafta beni beklediği için pek mesut değilim (yoksa biliyorsunuz talebelerimi pek severim). toplantı/training/ders üçlemesinin her öğesinin kampüsteki başka bir binada olması beni ziyadesiyle sinir etmekte. hayır binaların arası en fazla 5 dakika ama ben yerleşik hayatı seven, bunun için ne kariyerlerden vazgeçmiş bir insanım (breh de breh). "okul, beni neden yoruyosun" diye bağırmak ve dolayısıyla öğrencilerimin en favori hocası olmak istiyorum.

bak yukardaki cümlede terbiyesizce bi genelleme yaptım. hani bizim okulun öğrencileri hep çok "ciks" bilinir ya. gerçi bir olay geldi bugün başıma, okuldaki başka bir kızla aynı eteği giydiğini görünce koridorları ayağa kaldıran kız gibi kafalardaki imaja destek çıkan bişey. kızlar arasında 'çıtçıt' diye adlandırılan takma saçtan gördüm yerde. evet. bunu gördüm. koridorda bi tutam saç. kim, hangi koşullarda düşürdü, orasını bilemiyoruz. bi catfight falan çıkmış olsa duyardık.

odtü'de okuyan bi arkadaşım vardı, internetteki profillerinin meslek kısmına "sadece kızların bıyık bıraktığı bi üniversitede okuyorum" yazardı. ben de artık "koridorlarında takma saç bulabileceğiniz bi üniversitede öğretim görevlisiyim" yazabilirim.

ya da yazmam. odtününki hala daha komik.

Sunday, September 14

Hugh Grant

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.9



Friday, September 12

Haftanın Kolpası

"hiç bi boka benzemeyen yazılar yazarım ancak paranın .mına koyarım"

kendisini zaten oldum olası sevmem. sırf bu ülkenin kadınları cinsellikleriyle ilgili rahat rahat konuşamıyorken "sevgilimle ne de güzel sevişiyoruz" konulu yazılar yazdı diye modern cumhuriyet kadınının simgesi haline gelmiş, yazıları "sabah kalktım, spora gittim, sevgilimle asansörde seviştim, yemek yedim, uyudum"dan öteye gidememiş saçma sapan bir insan. onu bu haftanın kolpası yapan şeyse şu zayıflama kampı hikayesi. hanımefendi bu ölüm hadisesi gerçekleşmeden önce zayıflama kampına katılmış ve o meşhur röportajlarından birini muzaffer kuşhan'la yapmıştı. gayet normal, kampı hiç bir şekilde kötülemeyen, sadece bir yerinde "bana hiç bir test yapmadınız ya ben hastaysam" sorusunu sorduğu bir röportajdı bu. şimdi gencecik kız orada öldü ya, millet teker teker dökülmeye başladı. az önce okuduğum bi habere göre perihan savaş ve ayşe mine de programlara katılıp bu adam yüzünden neler çektiklerini falan anlatmışlar. peki adam yaldır yaldır televizyonlara çıkarken aklınız nerdeydi demek lazım, demiyorum. çünkü bu tip kolpalıklara ülkemiz alışık. aklımı kaybettiğim nokta, bu olaydan sonra birtakım gazetelerde "ayşe arman da bu yanlışlıklardan bahsetmişti" konulu haberler yapılması ve bahsi geçen kadının da utanmadan "ben aslında şunları görmüştüm" diye açıklamalar yapması. hiçbişey olmasa yazdığın yazılar arşivlerde var be kadın! sonuç itibariyle vicdan sesinin para sayma makinesi sesiyle bastırıldığını ya da zaten dubai'den duyulamadığını bir kez daha gördük, hayırlı olsun.

kırıntı

music non-stop: yolda yürürken müzik dinlemeyi çok seviyorum ancak dinlediğiniz müzikle yürüme temponuzun belirlenmesi başıma iş açabiliyor. şöyle ki, durağa arctic monkeys dinleyerek gittiğimde nefes nefese kalıyorum ve servisi bekliyorum bi süre, ancak zero7 dinleyerek gittiğimde de ucu ucuna yetişiyorum falan. denemelerim sonucunda jamiroquai arada bi tempo yakalamama yardımcı oldu. yetmiyor bittabii. önerilere açığım.

nane limon kabuğu: kendi hapşurma sesim bana hep çok normalmiş gibi geliyor ama başkalarınınki çok garip. bu konuya gelmişken, bu tarz seslerin yazılı hallerine kim karar veriyor? mesela neden 'hapşu' ya da 'muck'?

sivilcem: keremcem. nasıl bi insan olduğundan bahsederek kendimi ve sizi yormayacağım ancak bu ismin fonetik yapısı beni gıcık ediyor. 'kerem' kısmında açık 'e', 'cem' kısmındaysa kapalı 'e' kullanmak gerekiyor. gEnç, rEnk gibi sesletim hatalarının ve kendi kocasının adını bile doğru söyleyemeyen arzum onan'ın ülkesinde bu ismi düzgün telaffuz edebilen var mıdır bilmiyorum. ha düzgün telaffuz etmeye değer mi, orası ayrı konu.

skuul: biz ortaokuldayken serkan diye lise sonlardan bi çocuk vardı liz'in servisinde, adını yanlış hatırladıysam düzeltir. kendisi bilgisayar labındaki mouseların toplarını çalmıştı. serviste bize gösteriyor, biz de liz'le allahım ne kadar asi ve anarşik bi çocuk diye bakıyoruz. salakmışız baya.

Thursday, September 11

I look good in all seasons

sabah saatlerinde gölgede t-shirtle durmanın, öğleden sonra ise nefes almanın mümkün olmadığı cibiliyetsiz mevsim dönüşmesi günleri yaşıyoruz. aynı indirimden sonra geçiş olsun diye hazırlanan pre-collectionlar gibi, ne yaz ne sonbahar, saçma sapan bir mevsim. artık sonbaharın gelmesi, uzun kolluların giyilmesi, yeni alınan dar kotlarla bot-ince kazak kombinasyonları yapılması en büyük dileğimdir. ancak bugün bütün teacher trainerlar arasında birlikte çalışmayı istemediğim tek insanla çalışacak olduğum haberi yüzüme tokat gibi indiğinden, yukardakinin dileklerimi pek de umursadığını zannetmiyorum.

acaba bunun sebebi ramazan davulcularından nefret etmem mi? şimdi lütfen kimse gelenek görenek zöböröf diye çemkirmesin. böyle maniler, şiirler modunda takılan bir davulcu sayesinde uyansam her gece/sabaha karşı, inanın tek lafım olmaz. ancak kimsenin sahura kalkmak için onlara ihtiyaç duymadığı bir dönemde manasız tempo tutamayışlarıyla uykumun içine etmeleri sinirime dokunuyor.

bu esnada küçüklüğüme dair hatırlamalarım da devam ediyor. bizim eski evimizde klozet olduğundan, ben alaturka tuvalet nedir görmemiş bir çocuktum (saraylarda büyüdüm tadında oldu). ilkokuldaki en yakın arkadaşımın evine gidip de yerdeki siyah taşlı alaturka tuvaleti gördüğümde, "bu tuvalet pis" diye olay çıkartıp girmemiştim. zaten annem de öğrenci olduğum okulda öğretmen diye nöbetçiler beni dışarı çıkartmadıklarında "sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye ciyaklayan, inanılmaz gıcık bir çocuktum ben. şimdiyse şeker gibiyim. yersen.

sosyal kaykay

ne zamandır aklımda olan iki adet sosyal mesele var. bugün, levent kırca'yla benzerlik göstermemeye çalışarak bunlardan bahsetmek istiyorum.

ilki rütük denilen kurumla bağlantılı olarak türk sosyal yapısına bir bakış gibi görülebilir (tez adı gibi oldu). biliyorsunuz adı geçen kurum çocuğuna söz geçiremeyen, onu tv karşısından kaldıramayan ya da iyiyle kötüyü kendi öğretemediği için bunu televizyonun yapmasını bekleyen bir takım velilerin telefon akınına uğrayan bir kurum. sebep bu tarz insanlar mı hükümet politikaları mı bilinmez, daha önceki postlarımda da belirttiğim bir en ufak sevişme/öpüşme/aşk sahnesini kesme muhabbeti ülkemizde baya popüler. geçtiğimiz günlerde yine bir türk filmi izlerken benzer bir olay yaşandı. esas kızla esas oğlan tam işi pişiriyordu ki saçmasapan bir montajla başka bir sahneye atlandı. zannedersiniz ki izlediğimiz şey jenna loves rocco. yeşilçam filmlerinin sevişme sahnelerindeki performansının "türk filmi öpüşmesi" olayından öteye gitmediğini hepimiz biliyoruz. işbu sahnelerin çocuklarının ahlaki gelişimine negatif etki edeceğinden ve onlara kötü örnek teşkil edeceğinden korkan kanal, nedense birkaç dakika sonraki kadın dövme sahnesini yaldır yaldır göstermekten çekinmedi. çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, kadını 'sevmek' ayıp ancak dövmek değil. belli uzuvları yeterince çalışmadığından kadınını sevemeyen ve bu kusurlarını dayakla telafi eden 'göbeğini kaşıyan adamlar' mı; kadına şiddeti meşru, tecavüze uğrayan kızını öldüren babayı hafifletici sebepten yargılamayı mümkün kılan kanun mudur bu geldiğimiz noktanın sebebi bilemiyorum, anlayamıyorum.

ikinci sosyal saptamamsa biraz daha kültürel. eskiden hiç sinemaya gitmeyen yurdum insanı, her ay bir türk filmi çekme akımı başladığından beri sinemaya gidiyor, hakkını yemeyelim. vefakat anlamadığım nokta, dünyayı kurtaran adamın oğlu, maskeli beşler serisi gibi en kötü filmler (ben söylemiyorum) bile yüzbinlerce izleyiciyle buluşurken; nasıl oluyor da en iyi albümler bile tek basamaklı binlere ancak ulaşıyor? bu ülke insanı (ismail yk dışında) müzik dinlemiyor mu? 'download denen bir şey var kardeşim'cilere katılmadığımı belirtmeliyim bu noktada; zira hocasının the beatles dinlettiği dersten sonra "bişey dinletti işte beetle mıdır nedir" diyen gençlere ingilizce öğretmeye çalıştım ben, yaram büyük.

Wednesday, September 10

Jim Carrey

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.8



Sunday, September 7

fancy seeing you in here

* çoğu zaman blogumda da bahsettiğim asosyal olma durumuma nihayet mantıklı ve mesleki bir açıklama getirmiş bulunmaktayım. bir yıl iki semester, her semester iki course, her course ortalama 20 öğrenci diye hesaplarsak; geçtiğimiz yıl (iş arkadaşları dışında) yaklaşık 60 tane yeni insanla tanışmak ve konuşmak durumunda kalan bünyem haliyle yeni insanlarla tanışıp sohbet etme stoklarını tüketti ve işten çıkınca tek isteği eve gidip sessiz sakin oturmak + tanıdık karakterleri izlemek oluyor.

* insan bazen kafasında abuk subuk bağlantılar kurarak konudan konuya atlar ve saçmasapan yerlere varır ya, işte öyle anlarda karşınızda bi insan varsa ve siz son geldiğiniz noktayı sesli söylerseniz baya garip bir durum yaşanıyor. misal:
X kişisi: sınavdan sonra eve mi gideriz burda bi iş yaptırırlar mı acaba?
Vudu kişisi: bilmem. (20 sn sonra) canım iskender istedi ya.
(20 saniyelik süreçte beynimde yaşananlar: yarım saatlik iş için araya 2 saat lunch koyuyolar geç çıkıyoruz - öyle uzun luncha ne gerek var halbuki - gerçi lunch uzun olunca rahat yemek yeniliyo - geçen sene iskenderciye gidiyoduk lan paso)

* geçen gün e2'de southpark izlerken uyuyakaldım, sonra da rüyamda conan o'brianı gördüm tüm gece. uyurken televizyonda olan bitenleri algılayabiliyor muyuz sizce bunu mu kanıtlamış oldum adımı bir bilim okuluna verirler mi?

* albümünün art work kısmına özen gösteren sanatçı/grupları (bkz. Gece) takdir ettiğim gibi, episode'larına isim koyarken özen gösteren senaryo yazarlarını da takdir ediyorum. genelde sex and the city'nin isimlerini çok beğenirim, ancak gelmiş geçmiş en yaratıcı isimli episode hiç şüphesiz will and grace'in 5. sezonundan, kevin bacon'ın konuk oyuncu olduğu ve grace'in yapay döllenme sonucu hamile kalıp kalmadığının merak edildiği "bacon and eggs"dir.

* hayatta en sevdiğim atasözlerinden biri: içinde patlayacağına götünde patlasın.

*

Thursday, September 4

nefretlik durumlar

efendim kadim beşiktaşlı syntax error kardeşim uzun bir aradan sonra şu yazısıyla beni mimleyerek bloggerdaki mim dünyasına dönüş yapmamı sağladı. konumuz bizimle birlikte yaşayacak bir insanın hangi hareketleri evde cinnete yol açar. çok klişe olanları göz ardı ederek başlıyorum.

ıslak havlu mevzusu: banyodan/duştan çıktıktan sonra kullanılmış olan ıslak havluların koltuk, yatak gibi şeylerin üzerine bırakılmasından oldukça nefret ediyorum. bırakıldıkları yerler ıslak desen ıslak değil nemli desen tam öyle de değil böyle cibiliyetsiz bir hale bürünüyorlar ve rahatsızlık yaratıyorlar bünyemde.

sabah uyanma mevzusu: şimdi efendim biliyorum ki morning person olmayabilirsiniz, a.k.a uyandıktan sonraki ilk yarım saatini domuz gibi geçiren insanlardan biri olabilirsiniz. benim şahsen bununla ilgili pek bir sorunum yok, ben gayet normal kalkıyorum sabahları. ancak, sabah uyanmalarıyla ilgili tahammül sınırlarımı aşan iki şey var: ilki sabah kalkan insanın gürültü yapması. zira uyanınca tekrar uyuyamayan bir insanım. ikincisi de sabah beraber biryerlere gidilecekse karşımdaki insanın bir türlü zamanında kalkıp hazırlanamaması ve beni bekletmesi. bu tip durumlarda gerçekten bir kova suyu boşaltasım ve yataktan o insanı döverek çıkartasım falan geliyor, katlanamıyorum.

klozet mevzusu: yok efendim hep kalkık dursunmuş da kızlar tuvalete girecekleri zaman indirsinlermiş de neden erkekler girince kaldırmak zorundaymışlar da normal halinin hangisi olduğuna kim karar veriyormuş da bu tip tartışmalara hiç bulaşmıyorum, görüntüsü rahatsız ediyor indirin şunu diyerek noktayı koyuyorum.

tv mevzusu: amaçsızca zap yapan insana tahammülüm yok. zaten o kumanda bende duracak o ayrı. hele de ben birşey izliyorsam, zaten halimden belli ediyorum direk kendimi bu dünyadan soyutlayarak, beni o halimden koparan her türlü muhabbet, soru vs itinayla duymamazlıktan gelinir demedi demeyin. ve tabiiki maç olayı - beşiktaşlı olmayan adamın zaten benle işi ne.

yemek sofrası mevzusu: yemek sofrası kurulurken masaya farklı tabak, bardak koyan insanla işim olmaz. uyumsuzluğun hiç bir çeşidine tahammülüm yok.


sevgili ortega, kutup ve godsyndrome; göreviniz -tabii kabul ederseniz- tarafımdan mimlendiğinizi göz önünde bulundurarak konuyla ilgili blog yazmaktır. saygılar.

Tuesday, September 2

anne ben spor yazarı oldum

henüz iki maç geçti ancak bu sene de koltuğumuza yaslanıp maç izleyemeyeceğimiz sanırım belli oldu. okuyanlar bilir, genelde takımın gidişatıyla ya da oyunuyla ilgili yorumlar yazmayı sevmiyorum -bu hevesimi sevdiceğimle konuşarak tatmin ediyorum- ama bugün yazasım geldi (sevgilisinden duyduğu futbol yorumlarını başkasına satmaya çalışan kız modeli). elinin hamuruyla erkek işine karıştın, şöyle saçma bir laf ettin diyen olursa (breh de breh) he said, she said butonu hazır.

neyse efendim bence daha iyi işler başarmamız için delgado'nun sadece havasında olduğunda değil, her zaman iyi işler yapması gerekiyor. cisse'nin (yine sexist bi yorum olacak ama) 'karı gibi' top oynamayı bırakması, ayaklarını yere daha güçlü basması ve 'sevdiceğimin bile atabileceği paslar'dan daha iyisini yapması gerekiyor. holosko'nun kendine gelmesi gerekiyor, bu aralar bir şey var bu çocukta tutuklaşmış sevgilisinden falan mı ayrıldı? (bkz. futbola magazin karıştırmak). serdar özkan'ın mahalle maçındaymışcasına her pozisyonda adam çalımlamaya ve her golü kendi atmaya çalışmaktan vazgeçmesi gerekiyor. tello'nun ilerde oynaması gerekiyor, görüyoruz işte adam defansif oynayamıyor ve bunu farkeden takımlar yaldır yaldır o kanadı kullanıyor. yine görüyoruz ki ali tandoğan'la bu iş olmuyor, ısrarcı olmanın manası yok. uğur inceman ve zapotocny akıllı transferler, bir de dünkü maçtan sonra kaleye jefferson talebinde bulunacağım -nacizane.

son olarak genel hissiyatım, takımda böyle bir karşı takım etkili gelmeye başlayınca panikleme, ama o golü yemeden de kendine gelememe, ne bileyim işte mahalle maçı tadında bir amatörlük var. zamanla geçeceğine inanıyorum, ama zamanın da bir an önce geçmesi gerek zira skorlar lehimize de olsa oyun disiplini daha zor maçlar için çok ümit vermiyor. böyle de spor yazarı ağzı yaparım çok artistim.

dennis radaman


böyle bir şeylerin yıldönümü falan olunca insan nekadar zamandır blog yazdığını anlıyor, bir garip oluyor sanki. yine yeni yeniden ramazan oldu ya, ben de bir ramazan geleneği başlatıp aynı resmi koydum, başka bloglardan görüp kıskanmış olabilirim.

bir de yine başka bloglarda bahsedilen bir 'ramazan pidesi' olgusu var, değinmeden edemeyeceğim. küçükken oturduğumuz evin karşısı pideciydi. adamın eline mikrofon alıp "has pideler has iftarlık pideler iftarlık sıcak pideler sıcak pideler has" söylemi, tüm vurgularıyla dün gibi aklımda. hatta bir gün matematik ödevimi yaparken (pek çalışkandım ben) bir yandan adamın sesi kulaklarımda olduğundan, 'küme' yerine 'pide' yazmıştım hiç unutmam. herneyse, ramazan pidesiyle ilgili meramım şudur: fındık lahmacun boyutunda, tek kişilik ramazan pidesi talep ediyorum. takdir edersiniz ki ramazan pidesi denen şeyin numarası taze taze, sıcacık ve çıtır çıtır yenmesidir. şimdi en küçük boyunu bile alsan, benim gibi tek yaşayan biri için (annem yıllık emekli tatiline çıkmış olduğundan) bir günde bitirmek mümkün olmadığından ertesi güne kalıyor. ertesi gün insanın yiyesi gelmiyor; ancak afrikada ziyaret ettiği insanların yanında kendini kötü hissetmemek için kilo veren angelina jolie hassasiyetiyle yemesen de olmuyor. işbu çelişkili durumdan kurtulmak için türkiye fırıncılar birliğinin desteğini bekliyorum. amin.

Monday, September 1

converse


eskiden nasıl punk-alternatif gençlik ayakkabısı olduğundan, sonra nasıl olduysa bir anda arjantin gençliğinin (istanbullular için: caddebostan gençliği, izmirliler için: bilmiyorum) ayağına düştüğünden, bu durumun emo ve punk gençler tarafından hiç hoş karşılanmadığından, bu tip gençlerin farklarını göstermek için yeni aldıkları converse'leri iyice eskitip yırtık pırtık halleriyle giymekten hoşlanmalarından falan bahsetmeyeceğim. sadece bu sabah şöyle bir olaya şahit oldum: dışarda talebelerin arasında sigara içiyorum. çocuğun teki geldi ayağında converselerle. arkadaşı da baktı ayakkabılara "bu ne lan biz seni erkek bilirdik" dedi. çok güldüm.

ayağıma bastın çocuk


çocukken yapıp da artık yapmadığımız binlerce şey arasından bana en garip gelenlerden biri arkadaşlarla buluşma mevzusudur. şimdi aramızdan biri kalkıp da mesela "saat 2'de buluşalım" dediğinde, "o ne lan lise öğrencisi miyiz" diyesim geliyor. gerçi şimdinin lise öğrencileri o kadar erken saatlerde buluşuyorlar mı bilmiyorum ama, bizim zamanımızda öğlen buluşulur, sinemaya gidilir, yemek yenilir ve eve dönülürdü. hayır, bu yazımın da "şimdiki gençlik bi acaip" tadını almasına izin vermeyeceğim. kaldı ki -kendimle çelişiyorum- bu cumartesi bir takım işlerimi halletmek üzere caddeye (7.) çıktığımda, süslenmiş püslenmiş cafelerde oturan bi ton yaşıtımla da gözgöze geldim. ne işiniz var bu sıcakta dışarda, gidin evinizde oturun diyesim geldi. hayır ankara böyle adana falan gibi her cafesinde klima barındıran bir şehir de değil ki anasını satayım.

bir diğer büyüdükçe değişme olayını da telefonla konuşma alışkanlıklarımda seziyorum. eskiden, okuldan eve döner dönmez bütün gün okulda beraber olduğum liz'i arardım ve saatlerce telefonda konuşurduk. konuşacak ne bulurduk orası muamma. neyse sonra cep telefonları çıktı (yaşasın alcatel), bu koyu muhabbet kendini mesaj şekliyle göstermeye başladı. şimdi şimdi farkediyorum ki mesaj yazmaktan bezmiş bir insanım, kısacık bir şey dahi olsa söyleyeceğim arayıp aradan çıkartmak istiyorum. biz büyüdük ve bezgin bekir mi olduk, yoksa sadece bana has bir durum mu bilemiyorum.

bir de çocukluğuma dair pek çok komik hikayeden biri (ki en komiği de denizle mehtap sordular seni neredesin şarkısındaki denizle mehtabı iki kız arkadaş zannediyor olmamdır-sanıyorum daha önce bahsetmiştim bundan) alakasız bir şekilde aklıma düştü bugün. televizyonda kayahan'ın (kendisine karşı nefretim de büyüktür) "bir yemin ettim ki dönemem" şarkısı çalmaya başlayınca, benden 5 yaş büyük olan kuzenim ve benden 10 yaş büyük olan ablam ağlamaya başlardı. ben de onları görünce ağlamaya başlardım (halen de yanımda biri ağlarken esneme etkisi olur benim de ağlayasım gelir o ayrı). bu durumu gören annemle teyzem de, "hadi onlar ağlıyor da, sana ne oluyor?" diyip bana götleriyle gülerlerdi. hey gidi günler.