Sunday, December 30

elde var 1

kutlu olsun.

adettendir

snow


hayatımız bu dönemde sen olunca biraz daha amerikan filmlerine, ya da ne bileyim yabancı dizilerin christmas episodelarına falan benziyor. insanın yeni yılın ilk saatleriyle birlikte herşeyin iyiye doğru gideceğine daha fazla inanası geliyor. soğuk cildi kesmiyor, sana dokunan çocukluğuna geri dönüyor. bunca zaman sabrettik, ama en azından bugün, ne olurdu biraz kendini göstersen?

Wednesday, December 26

Ryan Reynolds

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.3



I-turn

evet efendim, gittiğimiz gibi döndük. gerçi dönüş yolundaki muavinin "film koymayacak mısınız?" soruma tvde kanal d'yi açarak "uydu açık" diye cevap vermesi, önümde oturan beyfendinin "ntv yok mu uyduda?" demesi üzerine "kimse haber izlemez ki" diye cevap verip afyondan sonraki 2 saat boyunca zorla arka sokaklar denilen gamze özçelik isimli ultra uyuz insancığın oynadığı diziyi burnuma sokması, wirelessın çalışmıyor olması ve emektar yol yastığımı da bulamamış olmam neticesinde ipoduma sarılarak 8 saat geçirmiş olmam sıkıntı yaratmadı mı yarattı; ancak kim ne derse desin, nereden dönüyor olursam olayım o konutkentin ilk ışıklarını gördüğüm an öyle bir huzurla doluyor ki içim, breh de breh.
izmir güzel hoş memleket, hava da sıcaktı, alışverişti ziyaretti geçirdik günlerimizi. bu noktada ikea evimizin herşeyi'ne değinmeden, "ankara'ya da açın ulan artık bitane!" diye bağırmadan olmaz. en sevdiğim mağazaların (misal topshop) ankara'da götüm kadar (küçüktür allaaşükür) mağazalar açıp izmire 5 katlı plaza moduna geçmeleri sinirimi bozuyor, tamam izmir kızları daha süslü olabilir ama bizim de ihtiyaçlarımız var.
dönüş yolundaki kanal d işkencesinin bir noktasında izlediğim ipana reklamına kafam takıldı. hanım kızımız "nişanlısı" dönünce dişlerinin beyaz olması gerektiğinden dem vurarak bahsi geçen diş macununun reklamını yapıyor. sevgilisi değil, nişanlısı. çünkü böylesi halkın gözünde daha meşru. çünkü biz hayatımızı "elalem ne der"leri düşünerek, açıklamalar yaparak yaşayan ve buna alıştırılan bir toplumuz. iddia ediyorum, nezaman ki millet olarak ağız tadıyla ilişki yaşamaya ve sevişmeye başlarız, nezaman ki erol köse yerine justin timberlake'i boybanddeki lahana bebek'ten the cool white kid'e dönüştüren prodüktörler müzik piyasamıza el atar, nezaman ki leader ramen markalı kore usülü hazır soslu eriştenin kutusuna "erişteyi çorbasıyla beraber, suyuna ekmek katarak yerseniz lezzeti daha da artacaktır" ibaresi yazılmaz; o vakit yaşam denen şey kendini daha güzel gösterir memlekette.

Saturday, December 22

voodoo girl katil koç otobüsünden bildiriyor



mobilitemi kaybettiğim endişesiyle düştüm yollara, izmire gidiyorum. 8 saatlik yolun 6,5 saatinde çocuklarının sınav kağıtlarını okumuş, 7. hafta ders planlarını kısmen yapmış, üzerine türkçe dublajlı da olsa ikinci kez 'the holiday' filmini izlemiş bir kişi olarak filmin etkisinde sesleniyorum kitleye; kendime 3 günlük tatil veriyorum, internetle ve ingilizceyle alakadar olmuyorum, dönünce de yılbaşı için çekirdek kadrolu (max. kapasite 5 kişi) güzel yemeli içmeli bir ev partisi organizasyonuna başlıyorum.
sağlıcakla kalın.

Wednesday, December 19

Kaka Leite

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.2

tatil

sınavlar yapıldı, bir kısmı okundu, writing paperlar top secret sarı zarf içinde eve getirildi; bayramda elini öpecek anne baba yok ya, sınav kağıtları benim ellerimden öper. günün yorgunluğu koltukta yarım saat uyuklayarak atıldı, sonrası nedir, aycan-ayfer+sohbet-muhabbet. saat olmuş 3.30 benim burda ne işim var, sabahın köründe "daha geç gelseniz olmaz mı?" sorusuna "bayram öncesi ya çok yoğunuz abla başka zaman yok" gibi anlayamadığım bir bahane sunan (bayramda paso yemek yicez bi koşu bandı alalım da kiloları atalım mı dedi birden tüm ankara halkı?) koşu bandı kurulumcuları dayanacak kapıma, zili duyacağım bile meçhul. dışarı çıkılmaya çok müsait bir salı akşamını evde geçirmiş olmanın semi-üzüntüsü, tatil sevinci, istanbulu yok sayıp haftasonu 3 günlüğüne izmir'e gitme planları. bi de güzel film yakalarsam digiturk'te, değmeyin keyfime -ne demekse.

Sunday, December 16

günün maçı

bugünün tek planlanmış olayı olan beşiktaş-ankaragücü maçını izleme aktivitesi de nihayete erince kendimi yine amaçsız ve blog başında buldum. (liverpool-manchester united maçının olduğu bi gün günün maçı diye başlık atıp beşiktaş-ankaragücü maçı hakkında yazı yazmamı da beşiktaşlılığıma verin bi zahmet.) maç allaha şükür sevineceğimiz bir şekilde, beşiktaşımızın 3-1lik üstünlüğüyle sona erdi. ilk şokum sürekli armada starbucksta görüp "nekadar kezmana benziyo lan" dediğimiz çocuğun ankaragücünün kalecisi serkan çıkmasıydı. onun dışında maçın genelinde serdar özkan ikinci golde imzası bulunsa da her koşulda çalım atma sevdasıyla beni sinir etmeyi başardı, delgado pas hatalarına rağmen klasını konuşturmayı bildi, tellocuğum yine yaptı yapacağını (burdan isim telaffuz etmesini bilmeyen futbol eleştirmenlerine selam olsun) ve son olarak da ertuğrul sağolsun baki mercimek yerine ibrahim kaş'ı oynatarak sempatimi kazandı. o değil de, okadar maçlara gittik, sigaradan saçımızın yanmadığı mı kaldı, dev bayrak altında nefessiz kaldığımız mı; bir kez de kameralar tribünden kız manzaraları olarak bizi çekmedi be arkadaş. sarı saçsa bende de var. suçumuz yeni açıkta olmak mıdır? burdan beni ancak hipodromda görüp çekmeye değer bulan kameramanlara sitemlerimi gönderiyorum. beşiktaşım oley.

empty category bir pazar günü, kahvaltıya alternatif lezzetler ve şehirde sex

annemi yolcu etmek adına 8.30da ayaklandığım bu pazar gününde uyandığım andan itibaren geçen yaklaşık 4,5 saatte tv izlemek ve bloguma josh hartnett resimleri koymak dışında bir aktivitem olmadı. 5. ve 6. haftaların ders planlarını dün gece anlayamadığım bir şekilde hallettiğim için, bugünkü maça kadar yapılmış planım bulunmuyor. işbu yüzden başlıkta bir 'empty category' ibaresi görmektesiniz ki kendisi özellikle de şu an istanbulda askerliklerini yapmakta olan dilbilimci arkadaşlara armağan olsun.

hazır çorba kavramına yepyeni bir soluk getirmiş olan knorr'u "yöresel lezzetler" serisinden dolayı kutlamak istiyorum; özellikle de karalahana ve kafkas çorbaları için. kahvaltıya alternatif keşfettiğim yeni lezzetse yine knorr'dan "çabuk çorba" serisi. evet uzun zamandır varolan birşeydi bu kupada çorba içme hadisesi ancak kremalı brokoli ve mısır aromalı çorbalarla yeni tanışmamı sağlayan ve normalde sabah kalktığında misafir ağırlamaktan hiç hoşlanmayan midemi alt eden knorr'a teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim. aslında acılı domates aromalıyla ofis 3-5'in yeşil pakette olanı da çok yakışıyor ancak mide problemlerimden bahsettikten sonra böyle bir itiraf yapmayı uygun bulmuyorum.


ve son olarak da beklenen an geldi, ya da eli kulağında. tv'ye ondan iyisi gelmedi, gelemedi; şimdi tek ümidim türkiye'de gösterime girişinin 2008den daha geç olmaması.

Josh Hartnett

[gezindiğim pek çok blogda arka sayfa güzeli modunda hatun resimleriyle karşılaştıktan sonra kararımı verdim; cinslerin eşitliği adına karşınızda]

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.1

Saturday, December 15

this is not a plastic blog

* cuma günü işten çıktığımda (belki de ilk kez) eve koşup pijamalarımı giyip comedymax başına geçmek yerine ankuva'ya gidip nezih bir akşam yemeği yemek isteyip, bilkente gelebileceğini ya da halihazırda bilkentte bulunduğunu tahmin ettiğim 5-6 arkadaşımı aramış olmama rağmen plan yapamayıp kuyruğuma baka baka eve döndüğümde bir kez daha anladım; those were the days my friend, we thought they'd never end..

* bu haftasonu istanbul'a gelmek için biçilmiş bir kaftandı ancak bir türlü organize olup da yapamadım. bir cumartesi gecesini bilgisayar koltuğunda geçiriyor olduğuma bakıp ne kadar pişman olduğumu anlayabiliyorsunuzdur diye düşünüyorum. artık bana istanbul yolları ya sömestr tatilinin dağda geçmeyen kısmında, ya da okulumun christmas tatili yapmasından yararlanıp bir sonraki haftasonu ptesi-salıyı birleştirerek gözükecek.

* nike+ çipim sayesinde 7. caddenin başından evime kadar olan mesafenin yaklaşık 1km olduğunu öğrendim ancak kendisi binlerce insanın her gün o mesafeyi arabalarıyla yarım saatte gitmekten neden zevk aldığı konusunda bana yardımcı olamadı.

* futbolda fanatik ve objektif olmayı aynı anda başaran insanları çok takdir ediyorum, belki de nadir bulundukları için.

* real'deki adamın bütün o "bakın bu modelimiz de var, 300 lira daha fazla ancak yağ dengenizi ölçüyor" çabalarına karşın bulduğum en ucuz ama dandik olmayan koşu bandını aldım, getirdim, kurulmasını bekliyorum. artık spor salonunda öğrencilerle karşılaşmaya son, evimin sıcak ortamında tv izlerken koşmaya baş.

* nip/tuck'ın yeni sezonunun -şimdilik- bünyede hayal kırıklığı yaratması nedeniyle, bu sezonluk dizi izleme enerjimi grey's anatomy'e yönlendirmeye karar verdim.

* sadece kadınların algılayabileceği ağrılara (regl ağrısı ve çocuk doğurma ağrısı) bir yenisini daha ekliyorum: saç ağrısı. hani böyle saçını tepeden toplayınca ya da kuaförde topuz yaptırınca olandan. an itibariyle bu iki aktiviteyi de gerçekleştirmemiş olmama rağmen hissettiğim acıları dindirmek üzere bagno mio keyfi yapmaya gidiyorum.

* ama asıl şu pozisyonda uzak biryerlere gidiyor olmak vardı şimdi..

Wednesday, December 12

sağlık olsun

hakedip de gidemeseydik, çok üzülürdüm. ama işte malzeme belli, kapasite belli, elimizden gelen budur. "there is no I in the word team" evet ama yine de kırgınlığım öncelikle senelerin tecrübesine rağmen böyle bir konsantrasyon hatasına düşen rüştüye, onun ve bir çok türk futbolcusunun aynı durumda olmasının sebebi olarak gördüğüm türkiye futbol ligine, ve oyuna müdahele etmekte geç kaldığını, yeterince cesaretli olmadığını düşündüğüm ertuğrula..
ben şu takımda teknik direktör olsam, bi kere sorunun forvet değil forvete top taşıyan adam eksikliği olduğunu görür ve o şekilde transfere yönelirdim. ikincisi baki denen adamı direk kovardım. tabi bi de haftanın en az 1 antremanının tamamını taç kullanımına ayırırdım, ayıp denen bişey var. beni de kahvede futbol ahkamı kesen insan moduna soktunuz ya alacağınız olsun.

ne diyelim, kısmet değilmiş.

Tuesday, December 11

it doesn't seem fair to write a title

bakmayın "voodoo girl's groovy life" gibi iddialı çıkışlarda bulunmama; hayatımın eskisi gibi groovy olmadığının çoktan beri farkındayım. belli olaylar ve yaşanmışlıklar için belli dönemler olmasını anlıyor, anlayışla karşılıyor ve hatta kabulleniyorum fakat bazı dönemlerin bıçaktan çıkmışcasına keskin çizgilerle bitmesi/başlaması kanıma dokunuyor. üniversite yıllarında hep konuşulup da yapılmayan gezilere mi, sergilere- workshoplara katılan sanat insanı olmak isteyip tembellikten olamayışıma mı, kostüm partileri veren ya da "hadi abi et yemeye boluya gidelim" gazına sahip arkadaşlarım olmayışına mı yanayım; yoksa tunalıda yürürken iki adımda bir tanıdık gördüğüm için bestekar sokağı 1 saatte geçtiğim günlerden sonra networkümün bukadar daralmış olmasına mı.. quality-quantity mevzusu değil tabii ki bu ama üniversiteden sonra hayat tarzımın bi anda bukadar değişmiş olması garip hissettiriyor; ne için neleri feda ediyoruz ve değer mi diye sormak istiyorum içten içe. belki de tüm bu düşüncelerimin memnuniyetsizlikle uzaktan yakından ilgisi yok; sebep tüm öğleden sonramı "questioning in ELT" konulu sessionda geçirmiş olmam. belki de buraya bişeyler yazıyor olmamın blog yazma isteğimle uzaktan yakından ilgisi yok; sebep beşiktaş çarşısıyla porto şarabının kapışmasına kadar zaman öldürmek istiyor olmam.

I think it's time to find a new religion.

Monday, December 10

birinç

"curiosity killed the cat" özlü sözünü değiştiriyorum bu gece, "boredom killed the cat" olarak. insana neler yaptırıyor kendileri. bakınız işte ben de burdayım.

ilk postum ruhumun derinliklerini ve psikolojik durumumu anlatsın isterim; dolayısıyla çok kısa ve öz olacak.

"spending a saturday night with a refresh button"

buyrun burdan yakın.


şeklinde başlamış bundan tam 1 sene önce blog serüvenim. belki de hayatımdaki en kalıcı şeylerin hayatıma girişine şahit oldu; 2006'dan 2007'ye doğru ilerlemekteydik o zamanlar ve yeni başlangıç hayalleri süslüyordu aklımızın birkaç köşesini. şimdi 2007'den 2008'e girerken yenilik değil kalıcılık peşindeki voodoo girl, 1 senedir ağlama/gülme /saçmalama duvarı olarak kullandığı bu sayfalarda ona eşlik etmiş bulunan herkese teşekkür etmeyi bir borç bilir.
blogumun bu birinci yaşını kutlamak için özlü şarkı sözü olarak seçeneklerimiz “things haven't been the same since you came into my life” ya da “doğumgünüm bana geldiğin gündür”. hangisini isterseniz buyurun ordan yakın.

vipnot: yeni template - alkışlar wykka için.

Saturday, December 8

Bursayı Delgado



içlerindeki 3 senelik hırsla & belki de 'en fanatik' olamamanın verdiği eziklikle beşiktaş taraftarlarından öğrendikleri tezahüratları maç boyunca katleden taraftarlar ve gol attıktan sonra diz çöküp birbirlerinin kıçını koklamalarıyla ünlü çirkef futbolcular.. Bursaspora atılan o golün mutluluğu haftasonu yapmam gereken tüm işleri ve boğazımın ağrısını unutturarak beni yatağıma mutlu gönderiyor bu akşam. bu maçlık profesyonel futbol izleyicisi kimliğimi bi kenara bırakıp kötü futbolu, beyin nakline ihtiyaç duyan futbolcularımızı düşünmüyorum; tüm taraftar duygusallığımla o golün olduğu anı düşünüp bön bön bakmakta olan tribünlere soruyorum:
kimin piçleri döndü şaşkına?

Tuesday, December 4

oops

gereğinden fazla ıslanan sigaram ve bir salı gecesi için gereğinden fazla boş olan msn listemle bir akşam geçiriyorum. [anladım ki benim facebook'um da blogspotmuş, az önce bi 5 dakika arıza verdi ben burda arıza oldum] kelimelere dökemediğim ruh hallerinden birini yaşıyorum ve yazamıyorum yine; televizyonda acun bey bir yarışma programını idare ediyor ve allahtan ingilizce konuşmuyor. [öykü serterle acun ılıcalının evlenmesini istiyorum tüm kalbimle] içimdeki boşluğun suçunu yükleyecek bir şey arayışıyla belki de, "hayatı iş olan o mal insanlardan mı olcam acaba?" dedim tyra'ya; "olsak da çaktırmayız merak etme" dedi umarsızca. [umarsız olmak kadar zevkliymiş 'umarsız' yazmak]



nezamandır aklımda olan gotiklerden ve emolardan ne kadar nefret ettiğimi anlatarak başlayıp gotikleri ve petek dinçöz'ü seksi bulan erkekleri hadım etmenin gerekliliğiyle sonlandıracağım blogu yazacaktım aslında; ama işte oops..

[.. the system encountered a problem]

Monday, December 3

need for update: part 2

birbirimizi göremediğimiz bunca zamandan sonra, üstelik ilk back to reality entryimde hayatımdaki gelişmelerden bahsetmem gerektiği fikrini kafanızda bizzat oluşturmuş olmama rağmen şimdi düşünüyorum da my so-called life bıraktığınız gibi durmakta. bir takım özel gün kutlamaları (yolu ankaraya düşen herkesin uğramadan geçmemesi gereken quick china), bir takım yeni dönem başlangıcında iş stresleri (i hate useless paperwork), hele bir takım var ki zaman zaman kötü futboluyla adamı deli eder (baki allah belanı versin).

benim hayatımda bütün bunlar olurken (çok zengin durdu) ülkedeyse uçaklar düştü, yağmurlar yağdı, yarıklar birleşti; bazı yarıklarsa daha da ayrılıyor. türban kullanımı 4 kat arttı diyen bir araştırmayla tersini iddia eden bir araştırma gündemde tartışmalara yol açmış. sokaktaki insana soruyor muhabirin teki, "etrafınızda son zamanlarda kapanan var mı?" diye. sebeplerini soruyor evet diyenlere -ki aralarında evet mesela ben diyenler çoğunlukta. inançtan, başka ne sebebi olabilir ki diyor biri, çünkü allah'ın yolu türkiyeye yeni düştü, bunlara vahy yeni indi. kocam istedi diyor diğeri, çünkü babası onu okula gönderse de değişmemiş bazı şeyler. sosyologlar sebeplerden biri olarak toplum-mahalle baskısını gösteriyor, türbanlılardan biri de sosyal beklentilerin öneminden dem vuruyor; belki birşeyleri bastırarak, belki baskı kelimesinin anlamını bilmeyerek, belki de türbanıyla kapattığı kafasına güneş girmediği için giren örümceklerin etkisiyle. ben yine kaçmak, gitmek, sihirli bir çubukla herşeyi değiştirmek istiyorum; tam da o an msnde nezamandır konuşmadığım ve görüşmediğim ancak bulmak için de facebooka ihtiyaç duymadığım bir lise arkadaşım, hayatımla 'keep up' olabilme amacıyla "ee, sen napıyorsun ev, iş, aşk?" diye soruyor. [işte hayatın özeti] durağanlık konseptiyle bezenmiş cevabıma bakıp "değişiklik bekliyor musun peki yakında?" diyor, "belki de 30 yaşında oturmuş bir kariyere sahip olmak için 25'inden sonra yaşanması gereken hayat budur" diyorum. "o kariyere ulaşınca tamam mı olacak her şey?" diyor, bilmiyorum cevabı. joker hakkım yok, ve bir kez daha anlıyorum: the things that prevent you from being unhappy do not necessarily make you happy anyway.

I jumped when I felt my soul fit in.

need for update: part 1

ilk olarak anketimiz update edildi. bir önceki ankette aldığı 5 oyla rakiplerini mağlup eden emre aydın birinci olurken, benim de oyumu almış olan sarp, zakkum ve haluk levent 3er oyla birbirleriyle yenişemediler. madem bukadar seveni var emre aydın'ın, ağaçkakan woody saçlarıyla çektiği yeni klibini herkese armağan ediyorum burdan. parçanın adı "belki bir gün özlersin", voodoo'nun tepkisi "hey emo, go kill yourself". gördüğünüz üzere yeni anketimiz ne yapılırsa yapılsın başarılı olamayacağına bizi inandıran reklamlar. ilk sıradaki şampuan reklamları için özellikle az önce izlediğim "dolgun saçlı kız arkadaşının her dediğini yapan can" konseptli reklamı örnek gösteriyorum. ikinci sıradaki iş bankası reklamlarından kastım pek tabii yıllardır değiştirmedikleri "atlılar geliyor ve bizim faizimiz en az" konulu reklamlar. (en son çektikleri atatürklü reklam bu imajı sildi belki de pek çok insanın gözünde, ama ben unutamıyorum) üçüncü sırada özellikle revise edilmiş haliyle ayşe teyze reklamları, son sırada ise bir gün bebek bezi reklamlarında kullanılan "bebeği alıp pede oturtma ve nekadar emici olduğunu gösterme" görüntüsünün bir benzerinin kullanılıp kullanılamayacağını merakla beklediğim hijyenik ped reklamları var.

ikinci olarak da 'who let the dogs out' listemiz update edildi. yeni isimler var; çünkü yeni keşifler var. bazı eski isimler yok; çünkü küstüm, oynamıyorum ve to whom it may concern (a.k.a anlayan anlar), still waiting for an apology.

küçük hanım, korkarım güzel olduğunuz kadar kaprislisiniz de.

simply back


define irony başlığı altında bi anket yaratacaktım aslında; maykıl ceksının bir yandan kendini beyazlatıp diğer yandan "black or white" diye şarkı yapmasını örnek gösterip, "all I wanna say is that they don't really care about us" sözündeki 'us' neye refer eder diye soracaktım eğitimci kişiliğimi ön plana çıkartarak. ancak bunca zamandır internetsiz oluşumun, bilgisayarımın modemimi tanımıyor oluşunun sebebinin telefon kablosunun modeme takılı olmamasıyla açıklanmasından sonra hayata, internete, bilgisayarlara ve irony kavramına olan inancımı kaybettim. sonuç olarak, "tell the guys that i'm back in town" klişesiyle aranızdayım yine yeni yeniden.

birtakım updateler gerekiyor şimdi her alanda; bilgisayara yüklenmesi gereken programlar, yapılması gereken özelleştirmeler, blogger dostlarla paylaşılması gereken yeni gelişmeler, up-to-date olmayı bekleyen link listesi (a.k.a who let the dogs out), düzenlenmeyi bekleyen 'course implementation plan'ler var. şu an yorgun ve açım, o yüzden 3. sezon finalini ikinci kez ve yine gözyaşlarımla süsleyerek izlediğim, 4. sezonunu da kaçırmadan izleyeceğime şerefim üzerine and içtiğim grey's anatomy dizisine şükranlarımla "all I can do is to keep breathing" diyor, gecenin ilerleyen dakikalarında görüşeceğimizi ümit ediyorum.

anneeeeee, döndü!