Monday, June 30

daftendirekt

current affairs: bir yanda cope practice yapan öğrenciler, bir yanda summer school (yanyana gelince birbirine bu kadar yakışmayan ne az sözcük vardır), bir yanda bütün gün (en azından) klimalı bir odada oturmuş laptopları önlerinde sekreterlik kursuna gelmiş gibi çıtı çıtı ödev yazan bizler. böyle bir hali var kampüsümüzün bu aralar. şikayetçi değilim zira öğrenci olmak güzel şey hacı. keşke öğrencilikte böyle kanırta kanırta geri aldıkları türden kredi gibi değil de, maaş gibi birşeyler bağlasalar insana. vallahi hep öğrenci olurdum.

bugün tam ipodumda tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi grubu olan the beatlesı dinlemekteydim ki ses kesildi. benim ipod biraz eskime sinyalleri verdiği için umarsızca çantama baktım kendisini çıkartıp ilkyardımda bulunmak için ancak kulaklıkların ucu hiç bir yere takılı değildi. çantama düşmüş olduğunu düşünüp odaya doğru yürümeye devam ettim, bilgisayarın başına geçtim müzik dinleyerek ödev yapıcam bi baktım ipod yok. tüm çantayı boşalttım yok yok yok. yürüdüğüm yolları geri yürüme taktiği işe yaramayınca ulaşım biriminden metin beyi aramak üzerine güvenlik görevlisine gittim. adam pek şahane. bütün gün monitörlerin telefonların arasında ancak teknolojiye yeni konuşmaya başlamış bir çocuk meraklılığıyla yaklaşıyor. metin beyi yerinde bulamayınca telefondaki santral teyzenin direktifi üzerine 1 tuşuna basıp mesaj bıraktım. adam önce buna pek şaşırdı. hocam niye 1e bastınız falan. sonra büyük bir talihsizlikle ödevinin first draftını final draftın üzerine kaydeden arkadaş gelip aynı telefondan bilgisayardan sorumlu devlet bakanımız özkan beyi aramak istedi. o noktada güvenlikçinin ilgisi benim cibiliyetsiz 1 tuşumdan kayıp arkadaşın bilgisayarına takılı olan flashdisce çevrildi. ilginç bir adam. bu konu biryere bağlanmayacak, nihayetinde kız dosyasını kurtaramadı, benim ipod çantadaki ödevin içinde bulunduğu poşet dosyadan çıkarak bir ipod nereye düşürülmez sorusunun cevabını verdi.

back to back: güvenlik görevlisi dedim de aklıma geldi. geçen seneki kur atlama sınavında, öğrencilerden biri kötü bir niyeti olmadan, unutkanlıkla soru kitapçığını yanına alıp çıkmış. aman allahım o ne telaş. yıllardır böyle bir heyecanı bekliyormuş meğer güvenlik görevlileri. telsizler ellerinde ordan oraya koşuyorlar "kapıları tutun servisleri durdurun" replikleriyle, NYPD edasında tüm servisleri dolaşıp gangster ararmış gibi kızı bulup kitapçığa el koydular.

bir de geçen gün sınav okuyoruz. öğrencinin birinin adı "imparator"du. gerçekten. nasıl bir aile çocuğuna böyle bir hayvanlık yapar? allah akıl fikir versin. hayata 1-0 yenik başlamak zor iş. aile herhalde ibrahim tatlıses hayranı desem, o da çocuğuna istanbul deniz otobüsleri diye isim koyan bir insan. imam-cemaat hesabı.

fitbol köşesi: euro 2008i hayırlısıyla bitirdik. ben şahsen ispanya'nın kazanmasına sevindim, almanları pek sevmem ondan. zaten konuşmayı pek seven fenerbahçeli arkadaşlar "olum bizim teknik direktör avrupa şampiyonu takımı yönetti" diyebilsin diye sırf adamlar maçı alacaktı inancım büyüktü. bu arada burak'la anlaşma imzalamış fenerbahçe, hayırlı olsun. zaten bizim renklerimizi hiç yakıştıramadığım bir futbolcuydu.

euro 2008deki kameramanlar baya ilgimi çekti bu sene. bazıları kızın tekini gözüne kestiriyor artık 31 mi çekiyor nedir her boş bulduğu an o kıza odaklanıyor. bazıları da tam piçlik üzerine kurulu burnunu karıştırırken gördüğü adamlara odaklanıyor kıs kıs gülüyor. yahu maç izliyoruz zaten maaşallah bütün futbolcuların her türlü vücut sıvılarını izlemek durumunda kalıyoruz, bırakın milletin sümüğünü görmeyelim bir de. ama o sahada fotoğrafçı olmak çok isterdim o ayrı.

o değil de futbol teknik heyetinde kadın olan bir takım var mı? ben mesela o benchte oturan, heyecanlanıp zıplayan, futbolculara bağıran, 4. hakemle kavga eden bir insan olmak istiyorum ancak soyunma odası vs gibi oluşumlar olduğu için kadınların o işi yapması zor mu oluyor? pis pis kokar şimdi onu da düşünmüyor değilim ancak işin keyfi bambaşka olur eminim. yok mu yeşil sahalarımızdan benim yeteneğimi keşfedecek bir girişimci ruh?

final countdown: çok uzun yazdım. neden? ödeve geri dönesim gelmedi. hayırlısı.


CHEAP GPS

Sunday, June 22

hisseli harikalar kumpanyası


* euro 2008'i izlerken aklıma geldi. acaba oyuncuların kendi aralarında bi yalandan sakatlanma işaretleri var mıdır? hani kendi takımının oyuncuları endişelenmesin diye bi işaret çakıyo millet de anlıyo ki zaman geçirmek için yatıyo yerde.

* başka merak ettiğim bir şey: bi oyuncunun maç boyunca toplamda kaç km koştuğunu nası hesaplıyorlar? ayakkabılarda çip mi var? bilenlerden açıklama talep ediyorum.

* yine euro 2008. türkiye'nin isviçre ve çek cumhuriyeti maçlarından önce ilk yarı rakip maç türkiye şeklinde iddaa oynayacakken son anda ya unuttum ya geç kaldım vs. iki maç da o sonuçla bitti. ben de kendi kendime böyle bir uğur belirledim (şarbon'un kulakları çınlasın). iddaa oynamıyorum. hatta iddaaya bile girmiyorum; zira dün hollandanın elenmesiyle wykka'nın sevdiceğine içki borçlanmış bulunmaktayım.

* ve son futbol konusu: türk milli takımıyla ilgili yapılan en berbat reklam garanti-turkolar. gözlerime inanamadım. garanti bakası'nın hiç kötü reklamı olmazdı, bu defa baya baya olmuş.

* lise öğrencileri ve garsonlar dışında erkeklerin beyaz gömlek giymesi yasaklansın kampanyası başlatıyorum.

* bu aralar klasik müzik kültürü edinme isteği doğdu bende. nasıl anlatsam nerden başlasam.

* hani konser gibi bir ortamda şarkıların girişleri tam anlaşılmaz, sanatçı çok sevilen bir şarkısını söylemeye başlar ve yaklaşık 5 saniye sonra o kalabalığın şarkının ne olduğunu anlamasıyla bir alkış çığlık kıyamet moduna girişi vardır ya. işte ben o anı çok seviyorum.

* ankara'da doğmuş, büyümüş; lise, üniversite gibi en güzel yıllarını burada geçirmiş insanların istanbul'a taşınıp 2 ay sonra istanbullu moduna geçmeleri var ya. uygun kelime bulamıyorum.

Thursday, June 19

EURO 2008

futbola olan ilgisi blog takipçileri tarafından bilinen bir şahıs olarak biraz geç olacak ama ben de euro 2008 notlarımı sizlerle paylaşayım istedim. ancak daha önceki bir postumda belirttiğim gibi, olaya magazinsel yönden yaklaşıp bayan okurların da ilgisini çekmek, tribünlere oynamak niyetindeyim. tüm yorumlarımda objektif olabilmek açısından türkiye'yi değerlendirmelere sokmadığımı, yorumlarımı çeyrek finale kalan diğer takımları göz önünde bulundurarak yaptığımı da baştan belirteyim.

kostüm tasarımı: en güzel forma ödülümü tereddütsüz portekiz'e veriyorum. zaten ülke renkleri açısından bir avantajları var, çok canlı ve ne bileyim festival havası çağrıştıran renklere sahipler. diğer bazı takımlar gibi amelece fontlar, çizgiler ve dana kadar numaralardan uzak bir forma. iki renginde de (beyaz ve kırmızı) özellikle ensedeki ve çoraplardaki ayrıntılar hoşuma gitti, kırmızı olanın yakasının gelişi çok hoş. numaraların ve isimlerin fontundaki incelik dikkat çekiyor.

dream team: yakışıklı futbolculardan seçtiğim ideal 11'imi, pozisyon (kaleci, defans, orta saha, forvet dörtlüsünden daha ayrıntıya kaçmayacak şekilde) açısından değerlendirip 4-4-2 lik bir sistemde aşağıdaki gibi kurdum. futbol açısından ne gibi bir başarıları olur garanti vermiyorum ancak bayan izleyicileri ekran başına toplayacağına güvendiğim bir takım oldu. bazıları hali hazırda bildiğim ve dikkatimi çeken, bazılarıysa euro 2008in resmi sitesindeki resimlerde dikkatimi çeken futbolcular. isim hatası yapmamaya özen gösterdim ancak yine de gözümden kaçan bir şey varsa arkadaşlar düzeltirler diye düşünüyorum. (dipnot: baştan söyleyeyim, cristiano ronaldo bana göre tam bir keçiören clubberı olduğu için listede yok.)
kadromuz şöyle:
kaleci:
gianluigi buffon (italya)
defans:
philip lahm (almanya)
vedran corluka (hırvatistan)
raul albiol (ispanya)
andrea barzagli (italya)
orta saha:
xabi alonso (ispanya)
gennaro gattuso (italya)
simone perrotta (italya)
miguel veloso (portekiz)
forvet:
nuno gomes (portekiz)
mladen petric (hırvatistan)

kendileri sırasıyla şöyle:
























and the oscar goes to: şahsen kupayı her zaman olduğu gibi italya'nın almasını istiyorum, ama hollanda (yumuşatılmamış a'yla) alırsa da üzülmem. 3. seçeneğim de portekiz. "bu ne zevksizlik" gibi çıkışlarda bulunmak isteyecek arkadaşları comment butonuna alayım, yavaştan portekiz-almanya maçının hazırlıklarına başlayayım.

Monday, June 16

Is it because I lied when I was seventeen?

aklımda çok düşünce, kalbimde çok duygu, telefonumda bloga yazılmalık çok nokta vardı. gitti. şimdi yerimden kalkıp ışığı açmaya üşendiğim için karanlık sayılabilecek bir oda, bir de miğdeme onu ağzımdan çıkartıp atmak istermişcesine sarılmış hayali eller var.

daraldım.

Sunday, June 15

no way


haftasonum şu an yazmaya üşendiğim bir takım the.gang hareketleri, bir takım onca işe güce rağmen pineklemeler ve bir takım kendime bile itiraf etmekten kaçındığım olaylar/duygularla geçti. şimdi sırada maç izleyip uyumak var. bu noktada başlattığım kampanyalar: bugün spor sayfasına içinde "çek" geçen kelimelerle oyunlar yapan başlıklar atan herkesin işine son verilmesi, eurovisionda ülkemizi seneye ismail yknın temsil etmesi.

haftaya bu kuşakta euro 2008'e magazinsel bir bakış atmayı düşünüyorum, ancak şu an misafirim var. hayır, kafamdaki sesleri kasdetmiyorum.

Tuesday, June 10

I can you can what can you do

* ajandalar tutuyorum, küçük kağıtlara not ediyorum, wordde sırf bu işler için tablelar yarattım ama yine unutulan bir post-meeting, yine plan değişiklikleri, apar topar yazılan bir reflection report ve öğleden sonran asıl yapmayı planladığın hiç bir işi yapamadan bitiyor. beşiktaş'ın 100. yılının geri gelmesini istediğim kadar istiyorum 13 temmuzun gelmesini ve yaz tatiline girmeyi.

* hiç bir şey yapmadan, kitap kapağı açmadan, sadece sevgilinin kollarında yatılarak geçirilen haftasonu var ya, herşeye bedel. normal işlerde çalışan insanların her iş dışı saat ve günlerinin böyle geçtiğini bilmek mesleğini sorgulatıyor insana. biz sizden daha çok çalışıyoruz dediğimde inanmayan öğrenciyi cetvelle dövesim geliyor.

* ankara'da en sevdiğim aktivitelerden biri akşam üzeri, hava sıcakken (tercihen yazın ilk günleri) ve güneş batmamışken tribeca'da yemek yemek. kendisini bugün, üstelik üniversite yıllarımdan görüşmeye değer iki insanla birlikte gerçekleştirecek olmanın keyfi 'mesai' bitişine yaklaştıkça kendini daha çok gösteriyor. bu arada, bi işle çok uğraşmak manasında "mesai harcamak" deyimini bi ben mi kullanıyorum?

* yukarda bahsi geçen şahıslarla yemek yedikten sonra içlerinden birinin annesinin resim sergisinin açılışına davetliyiz. böyle sanatsal yaşamlara hastayım. ben yarım akıllı olduğumu bildiğimden arkadaşıma salı günü bana bu planımızı hatırlat sabahtan demiş bulundum. öğlen gelen mesaj: "5 buçukta tunus durağında buluşuyoruz. topuklu ayakkabı giymişsindir umarım." sanat için moda.

* dünkü maç ne güzeldi öyle, italya yenilmiş olmasına rağmen. buarada hava aydınlıkken oynanan maçlara ciddi yaklaşamıyorum, böyle de bir sorunum var. ayrıca 4 yanımız futbol ya mütemadiyen, futboldan hoşlanmayan hemcinslerime çok üzülüyorum.

* bunalımda değilim, sevgilimden de ayrılmadım ama saçımın rengini değiştiresim var çok. siyah yapsam iyice rus gibi mi olurum, sonradan sarıya dönmeye kalksam manikürcü sarısıyla aylar mı geçirmek zorunda kalırım, sarı saçın yakıştığı bi insan olarak başka renkler denemek saçmalık mı, kahverengi saç boyatmak için hayli cibiliyetsiz bi renk mi olur gibi sorularla boğuşuyorum, dişi okuyucular anlar. naapsam?

Sunday, June 8

Sex and the City, Labels and Love

!spoiler içeriyor, aman dikkat!

öncelikle şunu belirtmeliyim: 'filmi çıkacak' söylentilerinin yayıldığı günlerden beri sabırsızlıkla bekliyordum evet ama the O.C. de teenage tipleri nerdeyse 30una gelmiş aktörlerin canlandırması misali, dizinin yayınlanmaya başlamasından 10 finalindense 4 yıl sonra gelen filmde bu kadar yaşlı sex and the city kızları görmeyi beklemiyordum. ne bileyim, dizideki karakterlerin değil de, onların 40ını geçmiş, olgunlaşmış hallerinin hikayesi gibiydi film haliyle. ancak kesinlikle dizinin 3 saatlik versiyonu tadında da değildi. belki de bu yüzden salondan çıkarken bazı insanların "dizisi daha komikti" yorumlarına şahit oldum. dizi daha komikti elbet, çünkü 20 dakikada ufak bir hikaye ele alınıp geçiliyordu, espriye daha müsait anlar yaratılıyordu. dizideyse koca bir hikayenin (ya da yan hikayelerle birlikte 4 diyelim) 3 saat boyunca evrilip çevrilmesini izliyoruz. ben şahsen aman bu ne böyle dizi daha komikti duygusuna hiç kapılmadım fakat diziyi izlememiş olanların da filme gitmesini önermiyorum. daha önceden karakterlerle tanışmamış, içlerini dışlarını ezberlememiş, nerelerden nasıl bu noktalara gelinmiş bilmiyorsanız film biraz yavan kalabilir.

dizide işlenilmeye çalışılan farklı hikayelere gelirsek; samantha karakterinin hikayesi ya tek eşliliği seçtiği, ya da kim cattrall çok para isteyip de yapımı geciktirdiği için cezalandırılıyor olduğundan diğerlerinin yanında daha durağan ve olaysız kalmış. hikayenin merkezi tabii ki carrie ancak dizide samanthanın maceralarını izlemeye alışkın olanlar filmdeki sönüklüğü farkedeceklerdir. dizide olmayıp filmde devreye giren zenci asistan karakterinin tek amacının "hollywood'da film çekiyorsan kilit rollerden birini zenciye vereceksin arkadaş, bu da bizim tarihten özür dileme şeklimiz" kuralının yerine getirilmesi olduğunu düşünüyorum; bana pek bir gereksiz geldi. yıllardır her saniye yanında olan kankaları değil de iki günlük asistan mı hayata döndürecek carrie'yi, yapmayın allahaşkına. ama genel olarak diğer hikayeler de, herşeyin sonlanışı da bana kalırsa tam olması gerektiği gibi olmuş. özellikle final sahnesinde mr. big'in carrie'ye ayakkabı giydirerek evlenme teklif etmesi bence dizinin ve carrie'nin ruhuna yapılan en güzel göndermeydi. bir de, dizinin kadınlar hakkında çok şey öğrettiğini düşünen bir insan olarak filmde de carrie'nin (ki kendisi evlilik delisi olmayan, ekonomik özgürlüğe sahip, güçlü bir kadın imajı) bile kendini düğün moduna nasıl kaptırdığını gördüğüm an bir kez daha anladım; biz böyle büyümüş, böyle yetiştirilmişin ötesinde böyle kodlanmışız cins olarak, ne yapalım.

nihayetinde, ben bunca zamandır beklediğime değdiğine ve aradığımı bulduğuma inanıyorum. diziyi izlemeyenler yapılan reklamın gazına gelmeyip çok büyük beklentilerle değil de öylesine bir "chick flick" izlemeye ve moda olayının dibine vurmaya giderlerse onlar da hoşnut olurlar. zira modayla kıyısından köşesinden ilgilenen her insan için görsel bir show olmuş film. son olarak burdan filme erkek arkadaşlarıyla gelen kızlara seslenmek istiyorum: yazıktır, çocuklara işkence etmeyin.

Wednesday, June 4

all purpose adhesive

-> akademik dünyamda yapacak o kadar çok işim var ki bu aralar, kendi kendime söz vermiş olmama rağmen sex and the city'e hala gidemedim. bu utancımdan olsa gerek, günlerdir yazmıyorum. istiyordum ki filme gideyim ve onu anlattığım bir yazıyla döneyim aranıza. olmadı. haftaya bu kuşakta.

-> tam da bu robinson-cuma günlerini atlatıp rahata ereceğim derken verilen ödev hayata küstürdü beni.

-> sigara yasağının inadına sigarayı bırakmıyorum arkadaş. dört yanı duvar sigara odamızın size ne zararı vardı da beni öğrencilerin arasında sigara içtirip madara ettiniz. ya da bir otel odasının balkonundan bağıran carrie misali "I have an addiction, sir!"

-> dersin sonunda "thank you for your teaching" diyen öğrenciye koşup sarılasım geliyor, anlayın çektiklerimi. yazın gelişi otel sahipleri dışında kimseye yaramıyor.

-> I don't believe in marriage before sex.

-> bence gözden kaçırdığımız bir olay var; mustafa sandal hakan peker kadar kötü dansediyor.