Thursday, May 29

Lucy Liu

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol.5



threesome

sabah sabah voodoo girl: hani her sabah okula veya işe giderken yolda gördüğünüz insanlar vardır ya. o insanlarla arkadaşmışım gibi hissediyorum. bugün mesela bitanesinin yanında ilk kez bi kız gördüm, "vay sevgili yapmış kerata" diye sevindim kendi kendime.

bahtsız bedevi voodoo girl: daha önceki bir kaç postumda da belirttiğim gibi 2004 yapımı entourage dizisinin sıkı bir takipçisiydim bi süredir. nip/tuck'tan ve sex and the city'den beri tek bölümünü kaçırmadığım tek dizi olmuştu. ve tabiiki ne oldu, pazartesi günü normal saatinde izleyemeyip gece tekrarını izleyeyim derken sevdiceğimin kollarında bulduğum huzurla uyuyuverdim. ve tabiiki neymiş, izleyemediğim bölüm finalmiş.

çarşı voodoo girl'e de karşı: iki gündür bu konuyla ilgili yazı yazmayı düşünüp vazgeçiyordum. çarşı grubu, beşiktaşlılıklarından öte, sosyal içerikli mesajlarıyla ve örneğin 2003 sezonu gençlerbirliği maçının bilet fiyatlarına nazaran ürettikleri "ben beşiktaş aşığıyım para pulu neyleyim / 30 milyon vereyim de cavcav'ı da skeyim" tipi yaratıcı tezahüratlarıyla beni gülümsetmiş bir gruptur. bu son gelişmenin asıl sebebi nedir, kapılar arkasında neler döndü- bunları üniversite yıllarımdaki anadolu beşiktaşlılar derneği ve unibjk gruplarıyla yaşadığım olaylardan beri taraftar gruplarından uzak duran bir insan olarak bilmem ve yazmam mümkün değil. dolayısıyla bu mevzunun sebebiyle ilgili görüşlerimi Cem Dizdar röportajından yapacağım alıntılarla göstermek en doğrusu gibi geldi.

"...İrili ufaklı grupların oluşturduğu o büyük grubun yönetimle kurduğu ilişki, duygusal ve fiziksel ilişki birkaç kere kırılmaya uğradı. Sorunlar da oradan çıkmaya başladı. Özellikle Sinan Engin’in menajer olmasıyla başlayan süreçte ’100 yılın hesabını ver’, ‘Çarşı Sinan Engin’e karşı’ gibi pankartların açıldığı maçtan sonra Beşiktaş tribünleri sağdan ve soldan bir çatlama yaşadı. Yönetimin Sinan Engin tercihine itiraz eden insanlarla, bu duruma kayıtsız kalanlar arasında bir gerilim oldu. Bundan sonra toparlanması zor oldu. Yani o tribün duygusunun yeniden toparlanması zor oldu. Ve o tribünden bazı insanların tesislerde çektirdikleri fotoğraf, tribünde bir hayal kırıklığı yarattı. İnsanlar Çarşı’nın karşı koyan, itiraz eden tavrını çok sevdikleri için o görüntü iyi gelmedi insanlara. Bir duygu kırılması, bağlılık kırılması yaşandı ve insanlar hafifçe birbirlerinden ayrılmaya başladılar.

Süleyman Seba dönemi, Türkiye’nin bir geçiş dönemine denk gelen ve hâlâ eski değerler, insana dair değerlerin takım gibi algılanmasına neden oluyordu Beşiktaş’ın. Daha arif bir karakteri vardı, daha kalender bir takımdı, daha mahalleye dair değerleri temsil ettiği düşünülüyordu; öyle algılanıyordu (...) O aykırı olma, kenarda kalma ve kenardan merkeze doğru gitme halinin temsilcisiymiş gibi göründü Beşiktaş; bir anlamda da öyleydi. Modern futbolun tezlerine de itiraz eden bir yerden konuşuyordu Beşiktaş. Çünkü hayatın bir sürü alanını nükleer savaşa, ormanların yakılmasına, Kürt sorununa, küresel ısınmaya, Ermeni meselesine sokaktaki insan gibi daha duyarlılıktan devşirerek tarifler yaratan grupmuş gibi algılandı. Bana göre öyleydi de.

Haliyle o gruba kimliğini veren, karakterini veren şey sadece Beşiktaşlı olmaktan kaynaklanan bir şey değildi. Tariflerini de kendisi belirlemişti. Yani Beşiktaşlı’nın ne olduğunu, ne olması gerektiğini belirleyen oradaki ortak duyguydu. Herkesin kendisini o duygu içinde iyi hissettiği bir hal oluştu Beşiktaş’ta. Fakat hayatımızın her alanında olduğu gibi tüketim toplumunun bir nesnesi olmamamız meselesi bu toplum içinde de hakim oldu. İnönü Stadı güzel bir staddı, anlamlı bir staddı, bunu yıkıp yerine kocaman bir stad yapmanın, beton ve çelik demirlere çevirmenin bir anlamı yok demek, muhafazakar bir şeymiş gibi algılandı.

Beşiktaş bütün bu futbolun vahşiliği ve acayipliği içinde insana dair değerleri temsil eden takım gibi duruyordu. Şimdi bu yeni yönetim hareketleriyle birlikte bu da kırılmaya uğradı. Yönetimin “Beşiktaş’ı bir dünya kulübü yapacağız” iddiası, tribünde yaşayan insanların akıllarına ve ruhlarına çok denk düşmedi, uyuşmadılar. Orada bir açı oluşmaya başladı, o açı tribünde de parçalanmaya neden oldu."

Wednesday, May 28

midday


pre-meeting saatimi yanlış biliyor olmam sonucunda bu kadar iş güç arasında kalktım boşu boşuna okula geldim ey okuyucu sinirim bozuk. daha eve gidilecek de ödev yazılacak da spor yapılacak da banyo yapılacak da bütün bunlar olurken müzik kanallarında gezilecek de sevdiceğin klibi izlenecek (evet çıktı). hayat bana zor.

bu kadar işim gücüm olduğundan bahsettikten sonra haftasonu eskişehir'e gitmeyi düşünüyor olduğumu söylerek kendimle çelişeceğim biliyorum ama her şey aşk için. konser var, gitmezsem olmaz, hem bidaha mı gelicez dünyaya başlarım ödevine dersine gazındayım. buarada eskişehir'de kalınable otel önerilerine açığım. otel demişken, otel ve lokanta gibi hizmet sektöründeki bazı yerlerin hafif şef konumundaki insanları mekan onlarınmış gibi konuşurlar ya çok gülerim. misal "çok yoğunluğum olmazsa rezervasyonunuzu 8'e kadar tutabilirim". yoğunluk nerden senin oluyor onu anlamıyorum.

sevdiceğimin klibini yakalama gazıyla saatlerce powerturk izlediğimden bir takım dangalak kliplerle haşır neşir olma şanssızlığına eriştim. öncelikle doğuş'un ingilizce (so-called) şarkısı 'she' düştü ekrana. kendisine hakettiği şekilde "are you fucking kidding me?" diye sormak istiyorum. ikinci dumurumu da ayben'in 'beklenen' klibini izlerken yaşadım. şarkı mı daha kötü, klip mi yoksa ayben'in 100 kilo olmuş halleri mi bilmiyorum. rapçi arkadaşların buna da edecek bir lafları vardır kesin ama ben ona şarkı diyip de televizyonlarda yayınlayan zihniyetin müzikle uzaktan yakından alakası olduğunu kabul etmek istemiyorum. tüm bunlara tuz biber olarak da hepsi denen ciklet kızlarının klibi çıktı karşıma. yaklaşık 2 dakika boyunca pizza reklamı zannederek dinlediğim şarkıyı meğer kenan doğulu yazmış. kelimeler kifayetsiz. zaten şu ülkede sabırsızlıkla beklediğim olaylar 1. hepsi kızlarını toplu sex videosunun youtube'a düşmesi 2. uğur dündar'ın kokain partisinde basılması 3. oya başar'la emine erdoğan'ın aşk yaşadığının ortaya çıkması. olmaz demeyin şansınızı deneyin.

Sunday, May 25

çirkin karizması

evgeni plushenko


adrian brody


justin kirk

tense and aspect

present: hafta içi yazlık dolabından t-shirtleri çıkartmamıza sebep olan hava bugün birden ağzını bozdu ya, inanın zerre üzülmedim. ben her koşulda evimde oturup ödev yazmak durumunda olduğumdan, güneşin bana dışardan pis pis sırıtamaması pek hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim.

past: dün akşam türklük damarlarımın kabardığı ('limilimiley' şarkısıyla katıldığımız sene dışında) nadir olaylardan biri olan eurovision akşamıydı. sevdiceğimin arkadaşlarıyla toplandığımız evde kafa başı 5 liradan 'kim daha çok ülke tahmin edecek' kumarıyla oturduk televizyanın karşısına. yarı finallerde 7. sıraya gelinmiş ve hala türkiye'nin adı açıklanmamışken "ben şu an 7de 6yla gidiyorum sayın seyirciler" heyecanı yaşayan eurovision amcamız yine pek şenlikliydi. nihayetinde beni sevindiren olaylar
1- yunanistanın ağzını yaya yaya ingilizce konuşan aptal temsilcisinin kazanmaması
2- evgeni plushenkocuğumun gücüyle rusya'nın malı götürmesi.
şahsen harun'un deli deli gözlerini büyütmesi ve kameraya çapkın bakışlar atması hariç mor ve ötesi'nin şarkısını çok beğeniyor olmama rağmen türkiye'den ilk 5 gibi bir süpriz beklemediğim için şaşırmadım. ayrıca ilk 5'e giren ülkelerin 4'ünü, birinin de sırasını doğru tahmin ettiğim için ben kazandım yuppi yey.

present continuous:
bu aralar televizyonlarda bir reklama denk geliyorum. tepetaklak duran buzdolabı reklamı. buzdolabını öyle yapma fikrini geçtim de, reklama çok kılım. yani kendimi o kadının yerine koyuyorum; kocama hamile olduğumu benden önce söyleyen anneye bir, imalı imalı konuşmalar yapan kocaya iki.

present perfect continuous:

öyle güzel ölürüm ki sen bile kıskanırsın
sakin olmaya çalışan delirmiş yalnızlığım
kader bu pişkin utanmaz ki
zaman bu geçince geriye dönmez ki



future:


Wednesday, May 21

XX



10 santim fazlalıklarıyla senden 10 kat adam olduklarını zannedenlerin ülkesinde yaşıyorsun ya ey kadın, gece dışarda yürürken seni arabalarına atmaya çalışanlar değil; o saatte o sokakta yürüme haddini kendinde bulduğundan sen suçlusun. etek giydin diye erekte olan baban yaşındaki adamlar değil; o eteği giyip onları tahrik etmeye çalıştığından sen suçlusun. konserlerde, yolda, barlarda taciz mi ediliyorsun? dışarı çıktığından sen suçlusun. gece ırzına geçtikleri jartiyerli karılarını çarşafa sokup sokağa gönderen adamların pis bakışlarına maruz kalıyorsan; üzerine başına giydiklerinden, başını örtmediğinden sen suçlusun. doğarken zarını yanlış atmışsın ya, ondan içindeki zarı korumaktır ana görevin. zara zarar vermeden yaptığın herşeyi görmezden gelen, namusunu onunla özdeşleştirenler değil; aşkı da seksi de gönlünce yaşadığından sen suçlusun. boşuna ümitlenme ey kadın, üstü kapalı yapılan her işin takdir edildiği bu ülkede hiç bir zaman olmayacak ki yollarda gönlünce, istediğin kişi ve kıyafetle, canının istediği saatte, rahat rahat, hakettiğin gibi yürüyebilesin.

seni böyle yaşamaya zorlayanlar değil; sarı saçlarından sen suçlusun.

Sunday, May 18

carried away by nada shot


pazartesinin tatil olmasını fırsat bilip, "ne de olsa yetiştiririm ulan işlerimi" gazıyla dışarı çıktım dün akşam. tabi benim onur baştürk yazılarımı takip edenler artık dışarı çıkmaktan kastımın en geç 2de eve dönmek olduğunun farkındalar. gecemiz hiç bir sürprize mahal vermeden nada'da başladı, nada shotı duble, buzlu ve normal bardakta içme işini keşfettiğimden beri gururluyum mutluyum. ankaralı olmayanlar için aç parantez nada shot dediğimiz bildiğiniz fındık vodka, ottodaki şahaneymiş öyle duydum ama denemedim kapa parantez. 3 duble nada shot ve alışıldık ankara dedikodularından sonra yolumuz "çok güzel balkan müzikleri çalıyor" kandırmacasıyla getto denilen mekana düştü. tunalı'daki limon diyebilirim, zira kendinizi kızılay'da hissetmemeniz için tek bir neden sunmuyor mekan size. bir de balkan müzikleri mevzusu cuma gecesinin olayıymış, biz girdik zenci futbolcu tipli vokalli ismail yk tipli gitaristli bir grup çalıyor; 'no woman no cry'lar, 'ain't no sunshine'lar, böyle bir müzik anladınız siz onu. ama içkiler baya ucuzdu, biz topuklu ayakkabılı kızlar ve college boy tshirtlü erkekler topluluğu olarak 'arjantin caddesinden aşağıya doğru bir yürüyelim dedik kendimizi burda bulduk' görünümü çizdiğimizden de olsa gerek 4 liraya bira ve 8 liraya vodkayı duyunca baya şaşırdık. elle tutulur hiç bir olay yaşanmayan bi cumartesi gecesini de bu kadar uzun yazdım ya hayret ediyorum.

gazeteden okuduğum ve cuma akşamı da cepa'daki sinemada tescillendirdiğim üzere tüm kalbimiz ve ruhumuzla beklediğimiz o an, 30 mayısta yaşanacak. inanması güç ama tüm dünyayla aynı anda türkiye'de de 30 mayısta gösterime giriyor sex and the city- the movie. hiç ihtimal vermiyorum ama saatlerce sırada beklemem gerekse de hayatımda ilk kez bir filmi gösterime girdiği ilk gün izleyeceğime and içtim. böyle uzun zamandır beklenen filmlerde, lord of the rings olsun, efendim star wars olsun gösterim günü hayranlar sıraya girer ya, aynı olay sex and the city'de de yaşansa, ellerinde cosmopolitanlar son moda topuklu ayakkabılar carrie tadında kadınlar sinemada sırada falan beklese mesela, hoş bir görüntü olmaz mıydı? ben tek tabanca da olsam bunu yapıcam arkadaş, ha eline ne geçecek ey voodoo diyorsan içinden ey okuyucu; assigment deadlineları, teaching practice gözlem günleri dışında bir şeyin tarihini ajandama kaydedebildim ya, onun heyecanıdır bu derim sana. benim için üzülürsün gözlerin dolu dolu olur.

Saturday, May 17

double date


'bizim kadar yorgun ve bezmiş 4 genç insanın bir cuma gecesi yapabileceği en çılgın aktivite olarak sinemaya gitmek' programında dün akşam cepa'daydık sayın okuyucu. "Wicker Park" isimli, az önce okuyup öğrendiğim kadarıyla "l'appartement" isimli 1996 yapımı Fransız filminin yeniden çekimi olan, 2004 yapımı bir Hollywood filmine girdik. şimdi burada oturup sinema eleştirmeni tadında yazılar yazmaya hiç niyetim yok; zira o isteğimi lisedeki okul dergisinde gidermiştim ancak filmden bahsetmeden de geçmek istemedim. orjinalinin bu versiyondan çok daha başarılı olduğunu söyleyen yorumlara rastladığımdan içimde bir merak uyanmadı değil ama şimdilik the next best thing olarak filmi önerebilirim. film belki de bazılarınıza saçma, çok karmaşık/zorlama kurgulu ve gereksiz uzatılmış gelecektir; vefakat ben beğendim. 2,5 saat boyunca "ve tanrı erkeği yarattı" dedirten büyük aşkım josh Hartnetti izleyip liseli kızlar gibi odama poster asmak istedim yine, baya iyi rol yapıyo olmasına rağmen nedense pek çok filmde en yakın arkadaş rollerinden öteye geçemeyen Matthew Lillard'ı izleyip hasret giderdim, kadın kahramanlar Rose Byrne ve Diane Kruger'ı pek beğenmedim (evet kıskanmış da olabilirim); nihayetinde güzel bir akşam geçirdim - sebep 1a'nın fotoğrafıyla sözlerime son veriyorum, sağlıcakla kalın.

Wednesday, May 14

jigsaw blogging

orlando bloom is a johnny depp wannabe: ilham perim de, sadece iki günlüğüne ankara'ya gelme fırsatı bulan sevdiceğim de, eskiden sahip olduğum tüm boş vakitlerim de bıraktı gitti beni ey okuyucu.

too good to be true: burcu esmersoy güntekin onay'la kırıştırdığı için eşinden boşanıyormuş. hiç üzülmedik. kendisi güzelliği, işi ve hem italyan hem de zengin olan kocasıyla sinirlerimize dokunuyordu zaten.

the next best thing: ünlü olamamış birinin ünlü biriyle dolaşması ve kendini semi-tatmin etmesini yaşadım ben dün.

funny story: önünde kabak gibi 'TD' yazan servise kafasını uzatıp "Tunus'a gider mi?" diye soran öğrenciye "Yokh, Miami'ye gider" diye cevap veren şoföre beni güldürdüğü ve çalıştığı kurumun sosyal normlarına bu kadar güzel uyum sağladığı için teşekkürü bir borç bilirim.

my best friend's msn:
voodoo girl:
kanko ya bizimkilerin eskişehir konseri iptal olmuş sanırım
aj:
kanko eer teselli olcaksa doguş ingilizce albüm çıkartıomuş

the last supper: I'm so fucking in love.


Saturday, May 10

ÇIKTI!

son 1,5 senesine şahit olduğum o uzun bekleyiş nihayet sona erdi ve "Gece - İçinde Saklı" albümü avrupa müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. alırsanız hem siz güzel müzik dinlemiş olursunuz, hem de ben mutlu olurum. fişinizi istemeyi unutmayın.

cepa d&r'da elimde albüm tam bir groupie edasıyla zıp zıp zıplayıp
kasadaki kadına "yıllardır bu anı bekliyoruz da" açıklamasını yaptıktan sonra,
görgüsüzlüğümüzü belgelemek adına kadim dostum ayferin çektiği resim

only boring people get bored

modals of probability - mayfest: bilindiği ve pek çok blogda da bahsedildiği üzere üniversiteli gençlerimizin şenlendiği günler başlamış durumda. ben de eğitimci kimliğimi bir kenara bırakıp 'eski günlerdeki gibi' hissetmek adına bünyesinde çalışmakta olduğum üniversitenin şenlinklerine uğrayayım dedim dün ders çıkışı. bir kere yağmur korkusu nedeniyle çimlerin üzerini yüzlerce dev çadırla kapladıkları için "tentefest" tadında bir olay olmuş; çimlerde gezinip piyasa yapmak isteyen gençlerimiz de haliyle çadır ipleriyle boğuşmak durumunda kaldılar. modayı 'define' etmeleriyle ünlü kızlarımızdan anladığımız üzere bu senenin modası uzun, bol, çiçekli etekler (a.k.a. lohusa kıyafetleri). benim götüm donarken etrafta askılılarıyla gezen kızlarımızın gençlik ateşine hayran olup frozen-vodka karışımımı içerken, öğrencilerimle gözgöze gelmemeye çalışarak 'benden geçmiş' sonucuna bir daha vardım evet okuyucu, sen de bu yaşlı triplerimden sıkıldın biliyorum. sırf senin için yarın hacettepe'deki demet akalın konserine gidip sarhoş olmazsam neyim. ayrıca bahar şenliklerinde quick china'nın stand açıp sushi sattığı tek okulda öğretim görevlisi olduğum için çok havalı değil miyim sence de?

the usuals: birbirine "aşkım", "canım" gibi sözlerle, üstelik bunları vurgulayarak hitap eden hemcinslerime çok kılım. bir de son hsbc reklamına. hayır sanki kadın ve erkekler için ayrı ayrı kredi kartı çıkartmak yeterince kötü bir fikir değilmiş gibi, reklamda tut türkiye'nin en jön olmayan sivilceli bebe görünümlü aktörünü oynat, bir de shakespeare'den alıntılar yapıyormuşcasına bir triplere gir. ah hsbc ah sen ne zaman adam olacaksın?

günün anlam ve önemi: aşığınım şampiyon olamasan da diye özetliyorum. ayrıca golün güzelliğini geçtim de hakan balta'nın karısına yaptığı jeste hayran kaldım, böyle de bir magazinsel futbol yönüm var hazır lig bitti itiraf edeyim.

günün ve hayatımın asıl anlamı: için bir önceki posta bakınız (karadenizliyim evet).

Thursday, May 8

right about now

the.he



the.me

o kadar yorgunum ki



yazamıyorum..

Wednesday, May 7

What Else Is There

voodoo girl's "unutma, unutturma" series vol.7
I don't know what more to ask for
I was given just one wish


Saturday, May 3

strdy

* ferzan özpetek filmlerindeki gibi sofralarda yemek yemek istiyorum. ailevi arkadaşlık, sonsuz aşk, duygusal gerilim, sosyal çevre gibi olguları daha güzel tasvir eden yemek sofrası sahneleri hatırlamıyorum başka hiç bir filmden.

* 25li yaşlarda arkadaşlarınız iş güç sahibi olup evlenmeye 65li yaşlarda da birer birer ölmeye başladıkça yaşlanmaya başladığınızı hissedersiniz iyice ya, hepsi bi nevi bir yerlere, şeylere ya da kimselere hapsolmak. acaba özgürlüğümüzü kaybedince mi yaşlanıyoruz kısaca?

* bu aralar dönmeye başlamış olan cola turka reklamları, ilk izleyişte (kendi takımınızla ilgili olanı izliyorsanız) tüyleri diken diken etme potansiyeline sahip olsa da; diğer takımlar için de yapılmış olduğunu bilmek kaypak bi hava katıyor ürüne. kolpa yeşil sermaye.

* tiyatro, söyleşi gibi ortamlarda alkışı başlatan insan olmak istedim hep ama hiç olmadı.

Thursday, May 1

it's a joke


08.20 okuldasın, 4 saat ders, 1 saat öğle arası, 3 saat daha ders, eve gitmeden aptal tansaşa git, ıvır zıvır al 30 lira öde ama asıl almaya gittiğin şeyi bulama (çünkü aptal tansaş), eve gel, yarının dersini hazırlaman gerekirken bilgisayar sürekli kendini kapatsın, biraz bekle tekrar aç, bu defa da powerpoint sürekli kendini kapatsın. güne gözlerimi açtığım 07.15ten beri başıma gelenlerin kısa bir özeti budur sayın okuyucu. bitmez çilemin sebebi nedir sorarım size.


arada bir aklıma geliyor, idealist bir eğitim neferi olmasaydım nasıl bir kariyer isterdim onu düşünüyorum. sonunda seçenekleri 3e indirdim (in random order):
1. moda dergisi editörü. doğru düzgün hiç bir iş yapmadıkları gibi, yaptığını batıran da çok var kanımca piyasada. ona buna emir ver git yeni koleksiyonlardan 3 etek 4 ayakkabı koy altalta çek resmini. işte bu yazın modası. al bitane mehmet aslan gibi karakter erkek yazar olarak, köşesinden atıp tutsun neymiş kadınlarda doğallıkmış (çünkü bu güne kadar beyimizin takıldığı bütün kadınlar saf güzellik temsilcileriydi) efendim aşkta tatmin olmasını bilmekmiş "bir gün umarım ben de aşkı bulurum" gibi cümlelerle bitirsin ki yazısını dergiyi okuyan kadınlara mastürbasyon malzemesi çıksın. "Erkeğinizi evliliğe ikna etmenin 10 yolu", "Yatakta onu çıldırtmanız için bilmeniz gereken 15 şey" modunda yazıları döşe 30yaş üstü kadınlara umut ışığı olsun bunlar kolay şeyler. kendime güvenim tam, moda zevkim de var, tutmayın beni.
2. reklamcı. bu konuda kendime pek güvenim de yok reklamcılara edecek lafım da (orkid ve şampuan reklamlarını yapanlar dışında) ama arada bir -özellikle packshot izledikten sonra- parlak yaratıcılığım ve sektöre olan sevgim beni böyle güzel hayallere sürüklüyor.
3. gurme. tanım olarak lezzeti keşfetmiş, damak tadına sahip kişi demek kendileri. işte ben. belli tadlara olan hassaslığımı (acılar, deniz ürünleri) saymazsak yeni şeyleri denemekten korkmayan bünyemle ülke ülke gezip restoran kritikleri yazmak istiyorum. aslında ülke ülke dolaşıp kritik yazmaya müsait her işe varım, oteller olabilir mesela. düşündüm de acun ılıcalı'nın kameramanı bile olmaya razıyım işin ucunda ülke ülke gezmek olduktan sonra.

bütün bunları anlattıktan sonra, ben değil kader utansın, powerpoint kendine gelmiş mi diye bakıp yarın 6 saat üstüste olan dersime hazırlanmam gerekiyor. boşuna it's a joke demedim - gerçi başlıkla bağlantılı olarak yazının bir yerinde asker kıyafeti ve gelinlik giydirilen çocuklara değinecektim ama kaynar.