Friday, December 6

midlife in paris


ne oldu nasıl oldu özet bile geçmeden tek cümlede söylüyorum: paris'e taşındım. bunca zaman ülkemize çalışmaya gelip, bizim yarıçapımızda olmasına rağmen bizden çok para kazanan 'native' hocaların sürekli türkiye'yi eleştirmelerine mütemadiyen küfreden bir insan olarak objektif bir "ilk hafta" yazısı yazmak boynumun borcu. 

boklamalar: bir kere fransız insanının dünyanın geri kalanındaki o kibirli ve fransa milliyetçisi imajının bir sebebi olduğu kesin. türklerin bağırarak konuşunca karşılarındaki yabancılar türkçe anlıyor zannetmeleri gibi fransızlar da anlamadığınızı belirtmiş olmanıza rağmen bir şeyi sürekli olarak fransızca tekrar ederlerse sihirli bir şekilde fransızca anlamaya başlayacaksınız sanıyorlar. "arkalara doğru ilerleyelim beyler" mantığı sıfır, herkes kapıları tıklım tıkış ama koridor kısımları bomboş metrolara itişerek binmeye çalışıyor. bir de tabii bizdeki o "avrupalı, nezih, temiz şehir" algısı paris gibi kozmopolit bir şehirde pek işlemiyor; sokaklar köpek (insan da olabilir) bokundan engelli yürüme parkurundan hallice.

likelamalar: bir kere fiziksel olarak çirkin bir ülkeden geliyor olmanın kazandırdığı güzel mimariye aşırı ilgi durumu bünyede hemen kendini gösteriyor. sokaklar çok güzel, binalar güzel, meydanlar güzel, vitrinler güzel. sokağı döndüğünde karşına nasıl bir güzellik çıkacak bilemiyorsun, onun bilinciyle sokaklarda gezmek harika bir şey. hele de şu an christmas dönemine yaklaşıldığı için maksimum süslemesi avm çam ağacı olan yurdumdan sonra sokak süslemeleri "charlie in the chocolate factory" etkisi yaratıyor. her ne kadar henüz iş bulamadığım için maddi olarak kendimi kontrol etme çabamdan dolayı tam olarak hakkını veremesem de alışveriş ortamı çok fena. butikler, design ürünleri, sokaktaki pek çok insanın tarzı paris'e neden modanın başkenti dendiğinin kanıtı resmen. 

kıssadan hisse burada hayat şimdilik yolunda. bütün culture shock evrelerinden geçtikten sonra tam bir gurbetçi olup dine sarılmaya başladığımda tekrar durum değerlendirmesi yapabilirim. au revoir!  

Wednesday, November 13

nasıl evlendim

Aslında 2011 yılının Nisan ayında bir İtalya gezisinde aldığım evlilik teklifini "ormana odunla gittim yüzükle döndüm" isimli tatil anıları postumda tek cümleyle anlatmış, sonrasında da bu ilişki ile ilgili ayrıntı vermemiş idim. Pek çok insan blogların twitter yüzünden öldüğünü düşünse de benim durumumda asıl sebep uzun süreli ilişkiden malzeme çıkmamasıydı. Yani takdir edersiniz ki first datete "Aziz Yıldırım da Atatürk gibi adam" diyen çocuk, üç senedir birlikte olduğum ve yanında osurmaktan dahi çekinmediğim bir komün hayatını paylaştığım adamla olan hikayelerimden daha ilginç ve daha az mahremdi. Her neyse, ilişki aldı, yürüdü, gün 5 Kasım 2013 oldu ve ben bastım nikahı. Ailesindeki yetişkinlerin hepsi boşanmış olan, Hollywood'un pompalanmış romantik hikayeleriyle büyüyüp hep o gerçek olmayan aşkın hayalini içinde yetiştiren, "aldatmak erkeklerin doğasında var" mantığının ince ince işlendiği bir toplumun yetiştirdiği ben, evlendim. Bu da tarihe düştüğüm not olsun.

Sunday, October 6

ne mutlu türk reklamı izleyene

üniversite yıllarımda bir dilin dilbilgisi kuralları ekseninde öğrendiğim bir karşılaştırmaydı descriptive - prescriptive mevzusu. özünde var olanı tanımlamak vs tanımladığını empoze etmeye çalışmak gibi açıklanabilir. şimdilerde ise bu terimler reklamları izlerken aklıma geliyor en çok. yıllar önce reklamcılıkla ilgili okuduğum bir söyleşide dikkatimi çekmişti, anlatan kişi "reklamcılıkta her zaman toplumsal hassasiyetlere uygun hareket edilir, o yüzden dikkat edin türkiye'de anne - baba - bebek üçlüsünün olduğu reklamlarda eşlerde mutlaka yüzük vardır" demişti. o zamandan beri dikkat ederim, örnekleri çoğaltmak mümkün. misal "gereksiz su kullanmayalım" temalı kamu spotunu hatırlayın. erkek çocuk babasının yanında diş fırçalarken kız çocuk bulaşık yıkayan annesine yardım ediyor. ne kadar toplumsal değerlerimize uygun bir resim değil mi. yani bu acaba herkese çok normal geliyor da biz kendi hassasiyetlerimiz yüzünden mi alınıyoruz, ya da bunu yapan adama da o görüntü çok normal geliyor ve bilinçli yaptığı bir şey yok da aslında alttan alttan vermeye çalıştığı bir mesaj olduğunu sanmak bizim paranoyaklığımız mı bilemiyorum. yalnız amaç reklamlarımızda bile sapına kadar türk olmak ise duş jeli reklamlarında vücudunun her yeri bebek götü kıvamında olan erkeklere de bir el atılsın ve derhal apoletler eklensin pls.   

Sunday, September 22

pembe mezarlıkta dolma saran kadınlar

şu taşın üzerinde ne mantı açılır
her şey dünyanın ilk orgazm olan kadını ayşe arman'ın pazar röportajında gonca vuslateri ile konuşup söyleşiye 'seviştikten sonra şiir yazarım' başlığı atması ve benim bunu okumamla başladı. zaten kişilere ve başlığa bakınca 'chok marjinalim yhaaa' tadında bir tarzla karşılaşacağımı bilecek kadar bu ülkenin ergeni oldum, emolarla vakit geçirdim şükür. lisedeki klasik "kırgınım anlıyor musun, elinden kayıp yere düşen kristal bir kadehin tuzbuz olması gibi, derimin içine saplanıyor kırıklarım......" modunun artık 30 yaşına merdiven dayamış insanlarda olmasının hastasıyım. sebep? boşanmış aile çocuğu olmak. bizzat kendim de öyle olduğum için rahatça ahkam kesebilirim ki o mevzunun ekmeği en fazla çocukken yeniyor arkadaşlar, orta-üst sınıf bir aileniz varsa çifte özel günler, iki taraftan da hediyeler, sizi kazanma yarışı falan olabilir, okuldaki başarısızlıklarınızı oraya bağlayıp yırtabilirsiniz belki ama türkiye standartlarındaki ailelerde bu süreç genellikle babanın evden gidişi - üç kuruş malın paylaşımı - annenin travmayı atlatmasını beklemek - mahalleli dedikodusu - ailede iç karışıklıklar - normale dönüş - istiklal marşı - kapanış şeklinde oluyor. başına gelen en kötü şey annesiyle babasının ayrı evlerde yaşaması olan şımarık piçler de büyüdüklerinde bile "travmam var benim anlıyor musun, mutlu bir aile ortamım olmadı hiç" gömleğiyle ucundan yavru köpek hassaslığı ama bir o kadar da karmaşık ve seksi imajı yakalamaya çalışıyorlar. 

gonca hanım da bu 'karmaşık deli kadın' imajını ropörtajda sarfettiği "seviştikten sonra şiir yazarım", "mezarlıkları seviyorum çünkü kendimi orada iyi hissediyorum", "yorucuyum ben, en çok da kendime" gibi cümlelerle pekiştirmeye çalışmış. bu noktada ayşe arman'ın girizgahta ettiği "Pes!” diyorsunuz, “Bu kadın nasıl 27 olabilir?” lafına sonuna kadar katılıyorum. bu kadın olsa olsa 15 yaşında olmalı. instagramına siyah makyajı ağladığı için akmış fotoğraflarını koyup altına edith piaf'tan çoğu kimsenin fransızca olduğu için anlayamayacağı ama hüzünle alakalı çok karizmatik bir şey söylediğine emin olacakları bir şarkı sözü yapıştırmalı ve beş dakikada bir kim like etmiş diye bakmalı. "hep psikoloğum oldu benim" derkenki gizli gururu, "hep erkeklerle koşup, oynadım ben" derken alttan alttan vermeye çalıştığı 'kafa kız' görüntüsü, hepsi röportajın başından beri kurmaya çalıştığı 'delilik mertebesindeki yaratıcı ve yetenekli kadın' imajını pekiştirirken pat "- 30’a 3 kala kafa nerede?  - Çocuk yapmakta" diyaloğu geliyor. sonunda yine çocuk isteyen, adamı koruma ve adam tarafından korunma güdüsüyle dolup taşan, çılgın sevişmenin ertesi günü sucuklu kahvaltı hazırlayan domestik kadın imajına döndük iyi mi. seviştikten sonra şiir yazarken bir yandan da çocuğun altını temizleyip börek açacak dört dörtlük bir kadın. aşiyan mezarlığında gelinlik giyip kırmızı kuşağını da bağladın mı senden marjinali yok bu ülkede, yürü be gonca!

Wednesday, September 18

Ben

Buraları böyle boş bırakmayacağım artık.