sevgili kitlem
sizlere cdlerimi düzenlerken bulduğum eski vega albümünden esinlenerek koyduğum başlık altında, 'groove is in retro' bakış açısıyla redecorate edilmeye çalışılan odamdan sesleniyorum. görüşemediğimiz günler boyunca pek bişey yapmış sayılmam, öncelikle seçim sonuçlarının şokunu atlatıp "acaba akp'ye oy veren arkadaşım var mı?" paranoyasından sıyrılmam biraz vaktimi aldı. devamında alışveriş çılgınlıkları, sevdiceğin doğumgünü kutlaması, tatil için tükenen umutlar ve yeni işe hazırlık safhalarından geçildi. gün ve an itibariyle salı sabahı na-jay-jay sponsorluğunda adana+mersine gitme kararı almış, hazırlıklar yapması gereken bir insanım. en geç ağustos 15 civarı ankara'ya dönmem gerek, dolayısıyla mersin'de geçirilecek olan 1 hafta sonunda hangi güzide yazlık beldemiz beni bekler onu şu an kestiremiyorum, hayatım süprizlerle dolu lay lay lom.
yazının ana fikri:
iyi tatiller, esen kalın.
just for the record, the weather today is a rehearsal for hell.
Saturday, July 28
Sunday, July 22
Friday, July 20
a.q partisi
19.07.2007 - Bekir Coşkun
Ben AKP’ye oy vermem...
Meslek hayatım boyunca hangi partiye oy vereceğimi, hangisine vermeyeceğimi hiçbir zaman açıklamadım, her görüşteki okurlarıma sevgimden dolayı.
Ayrıca mücadele partiler arasındaydı ve o partiler iyi-kötü "demokrat-laik Türkiye"nin birer ucundan tutmuşlardı.
Bu sefer öyle değil.
Bu sefer AKP ile laik devlet yarışıyor.
Dönüp bakarsanız, çoktandır devletin tüm temel kurumları ve kavramları ile mücadele eder AKP; Anayasası ile, yargısı ile, Türk Silahlı Kuvvetleri ile, üniversiteleri ile, liberal sermayesi ile, sivil toplum örgütleri ile...
Devrim yasaları ile..
Üniter yapısı ile...
Çağdaş eğitimi ile...
Şimdi iki taraf seçime gidiyor:
AKP ve laik devlet...
*
Ben AKP’ye oy vermem...
AKP; Mustafa Kemal’in kurduğu, Müslüman dünyasında tek laik, tek özgürlükçü, tek medeniyet yolunu zorlayan, uygarlık yolunu seçmiş tek devlet ile hesaplaşmaktadır.
Bu seçimler, AKP ile öbür partiler arasında değildir.
Bu seçimler, AKP ile çağdaş Türkiye arasındadır.
*
Bizim aydınlık umutlarımız vardı.
Bizler düşe kalka, günlük sorunların içinde debelene debelene, yine de bir gün olsun "Dağ başını duman almış, yürüyelim..." ideolojisini dilimizden düşürmeden yol aldık.
Biz; son yüz yılda Ortadoğu halkları içinde tek şerefli savaşı kazanan ve bize emanet eden, tek istekleri "muasır medeniyet seviyesi" olan yiğitlere ihaneti hiç düşünmedik.
Bizim; ne dolarla, Euro’yla satılacak, kasalara konulacak, çıkar ile kıyaslanacak, cüzdanlara sığacak kimliğimiz olmalıydı...
Ne de yoksulumuzun makarna-nohut ile satılacak onuru...
Bizim kadınlarımız birer esir, birer sakıncalı, birer suçlu, birer yasaklı gibi yok sayılmamalı...
Bizim çocuklarımız dergáhlarda, tarikat okullarında ortaçağ hurafeleri öğrenerek büyümemeli...
Bizim aydınlık yolumuz vardı...
Biz ışığa doğru yürüyorduk...
Karanlığa değil...
Ben AKP’ye oy vermem...
"ampülü söndürmeden tatile çıkmayın"
Ben AKP’ye oy vermem...
Meslek hayatım boyunca hangi partiye oy vereceğimi, hangisine vermeyeceğimi hiçbir zaman açıklamadım, her görüşteki okurlarıma sevgimden dolayı.
Ayrıca mücadele partiler arasındaydı ve o partiler iyi-kötü "demokrat-laik Türkiye"nin birer ucundan tutmuşlardı.
Bu sefer öyle değil.
Bu sefer AKP ile laik devlet yarışıyor.
Dönüp bakarsanız, çoktandır devletin tüm temel kurumları ve kavramları ile mücadele eder AKP; Anayasası ile, yargısı ile, Türk Silahlı Kuvvetleri ile, üniversiteleri ile, liberal sermayesi ile, sivil toplum örgütleri ile...
Devrim yasaları ile..
Üniter yapısı ile...
Çağdaş eğitimi ile...
Şimdi iki taraf seçime gidiyor:
AKP ve laik devlet...
*
Ben AKP’ye oy vermem...
AKP; Mustafa Kemal’in kurduğu, Müslüman dünyasında tek laik, tek özgürlükçü, tek medeniyet yolunu zorlayan, uygarlık yolunu seçmiş tek devlet ile hesaplaşmaktadır.
Bu seçimler, AKP ile öbür partiler arasında değildir.
Bu seçimler, AKP ile çağdaş Türkiye arasındadır.
*
Bizim aydınlık umutlarımız vardı.
Bizler düşe kalka, günlük sorunların içinde debelene debelene, yine de bir gün olsun "Dağ başını duman almış, yürüyelim..." ideolojisini dilimizden düşürmeden yol aldık.
Biz; son yüz yılda Ortadoğu halkları içinde tek şerefli savaşı kazanan ve bize emanet eden, tek istekleri "muasır medeniyet seviyesi" olan yiğitlere ihaneti hiç düşünmedik.
Bizim; ne dolarla, Euro’yla satılacak, kasalara konulacak, çıkar ile kıyaslanacak, cüzdanlara sığacak kimliğimiz olmalıydı...
Ne de yoksulumuzun makarna-nohut ile satılacak onuru...
Bizim kadınlarımız birer esir, birer sakıncalı, birer suçlu, birer yasaklı gibi yok sayılmamalı...
Bizim çocuklarımız dergáhlarda, tarikat okullarında ortaçağ hurafeleri öğrenerek büyümemeli...
Bizim aydınlık yolumuz vardı...
Biz ışığa doğru yürüyorduk...
Karanlığa değil...
Ben AKP’ye oy vermem...
"ampülü söndürmeden tatile çıkmayın"
Wednesday, July 18
konstantinopolis vs angora
bi tarafta kaos, kalabalık, trafik, korku; diğer tarafta dinginlik, sakinlik ve güven duygusu. bir denizdir tutturmuşlar, anlamak mümkün değil. zannedersin ki herkes boğaz manzaralı evlerde yaşıyor, boğaza karşı rakı-balık yapıyor her gece. ortada öyle bir cadde ki her tipten insan var, üzerine üzerine yürüyorlar. taksicileri bile şerefsiz, herkes herkesi kazıklama derdinde. kalkmış devlet dairesi görünümünü fazla ciddi olmakla suçluyorlar, kendi laubaliliklerinden utanmak yerine. düzen denen şeyden haberleri yok, tek dertleri o pis sokaklardan kapkaç korkusuyla yürüdükten sonra biryerden karşılarına çıkan denizi görmek. denize bakıyorlar çünkü, birbirlerine değil, oyüzdendir ki insanlık son demlerini yaşıyor. sıkılmaktan, seçenek azlığından bahsediyorlar her gün başka bir bara, tiyatroya, sergiye gidiyormuş gibi. düzenin, az sayıda ama kaliteli seçeneklere sahip olmanın, bir mekana girdiğinde tanıdık olmanın garsonun suratına yaydığı o farklı ifadenin ama en önemlisi huzurun varlığından habersiz, sürekli bir telaş içinde, biryerlere koşuyorlar. kendi hayatlarını çamur içinde geçirdiklerini görmeyip, benim şehrime çamur atıyorlar. yazık.
.. böyle bir şehre aşık olmak kolaydır da, ya en sonsuz tariflerden birisi olan denizi yoksa? şehre aşık olunabilir de, ya bu denizsiz şehirde aşık olmak?
deniz, yani aşkın o umman, çok telli enstrümanı eksikse, sakın kıskanma istanbul’u. istanbul’un aşkı da tekeline aldığının varsayılmasına, hüzünle gülümse sadece. ve de ki “bir bakıma doğru, istanbul alır çünkü; vermez.”...
daha yaman bir iş yaptığını, ankara’da aşkı enstrümansız aryalayabildiğini varsay ve vedat sakman’dan ankara marşını koy otomobilinin teybine:
“ankara’da aşık olmak zor iki gözüm..”
don't mess with my festival
yine ortalardan kayboldum, invisible man gibiyim evet. cuma günü ani bir kararla sabahın 10unda bindik otobüse gittik istanbula. sebep: sevdiceğimin işleri olması, benim göt büyütmekten daralmış olmam, evin işlerinin pazartesiye sarkması ve bonus track olarak masstivalin o haftasonu yapılacak olması. netice itibariyle cuma akşamı istanbuldaydık. genellikle yedik içtik alışveriş yaptık, pazar günü de festivale gittik pek tabii.
çoğu zaman yazılarımda dem vurduğum üzere yaşlanmış olduğumuzdan festival falan bize gelmiyo pek artık, salak salak vakit geçirmek değil konserimizi dinleyip eve gitmek istiyoruz. öyle de oldu sayılır gerçi, alana girdikten 1 saat kadar sonra, programa göre dead on time bir şekilde cake çıktı sahneye. "cool"luğun tanımını yaptılar, inanılmaz bir iletişim kurdular seyirciyle, eğlendirdiler ve gittiler. pek güzeldi. hatta gitmeden önce sahneye doğru parça adı bağıranların da ağızlarının payını verdiler, daha da güzeldi. bu arada, cake konserine gelip de istek parça olarak "perhaps" diye bağıranların bundan sonra sadece athena konserine gönderilmesini talep ediyorum.
ikinci olarak sahneye çıkan ve en fazla kalabalığa ulaşan isim tori amos'tu. kendisini pek dinlemem, sevmediğimden değil ama fırsat olmadı diyelim. konser biraz kalabalık olduğu için izlemesi de zor oldu, kalabalığın bi kısmı gerçekten tori hayranlarıyken bir kısmı ise "gelmiş bi bakalım neymiş" tipiydi, bizse tam bu ikisinin ortasında orada olamayan fan arkadaşların ruhunu yaşatmayı görev edinmiş, sahne setupını inceleyen gruptuk. piyanonun sesi biraz gerilerde kalmıştı ama dünya gözüyle toriyi görmek güzeldi, platin peruk da yakışmıştı, bi de cornflake girl dinledik-dinlettik daha ne olsundu.
son olarak sahneye lauryn hill çıktı osmanlılardaki simetri takıntısını anımsatır bir havayla, her enstrümandan ikişer tane kurdurarak. sahneyi baya zengin gösteren bu yaklaşımın müzikaliteye olan etkisini pek farkedemedik, belki çok önlerde olduğumuzdan, vokal de çok etkili gelmiyodu, ama kadın müthiş, enerjisi müthiş, son 4 parçada arkalara geçtiğimiz için ses de müthişti. sonlara doğru kalabalık azaldı, ne yazıkki konserin ortalarına doğru alternatif sahnede portecho'nun çalmaya başlaması buna etki etmiş olabilir. tarzı-zevki vs umrumda değil, müzikten biraz olsun anlayan bir insan evladının her hafta bir klüpte boy gösteren portecho ile belki de hayatında son kez türkiyede konsere gelmiş olan lauryn hill arasında kalkıp da portechoyu seçmesini kabullenemiyorum, bu tip insalara öğlen sıcağında nişantaşında pıtlama cezası verilmesini talep ediyorum.
lauryn hill'in ekibi soundcheck yaparken arkalardan gelen yorumun özetlediği gibi, beyazlar soundcheck yaptı, siyahlar çaldı, biz de 4 günlük maraton sonrası huzura geri döndük. oh mis.
çoğu zaman yazılarımda dem vurduğum üzere yaşlanmış olduğumuzdan festival falan bize gelmiyo pek artık, salak salak vakit geçirmek değil konserimizi dinleyip eve gitmek istiyoruz. öyle de oldu sayılır gerçi, alana girdikten 1 saat kadar sonra, programa göre dead on time bir şekilde cake çıktı sahneye. "cool"luğun tanımını yaptılar, inanılmaz bir iletişim kurdular seyirciyle, eğlendirdiler ve gittiler. pek güzeldi. hatta gitmeden önce sahneye doğru parça adı bağıranların da ağızlarının payını verdiler, daha da güzeldi. bu arada, cake konserine gelip de istek parça olarak "perhaps" diye bağıranların bundan sonra sadece athena konserine gönderilmesini talep ediyorum.
ikinci olarak sahneye çıkan ve en fazla kalabalığa ulaşan isim tori amos'tu. kendisini pek dinlemem, sevmediğimden değil ama fırsat olmadı diyelim. konser biraz kalabalık olduğu için izlemesi de zor oldu, kalabalığın bi kısmı gerçekten tori hayranlarıyken bir kısmı ise "gelmiş bi bakalım neymiş" tipiydi, bizse tam bu ikisinin ortasında orada olamayan fan arkadaşların ruhunu yaşatmayı görev edinmiş, sahne setupını inceleyen gruptuk. piyanonun sesi biraz gerilerde kalmıştı ama dünya gözüyle toriyi görmek güzeldi, platin peruk da yakışmıştı, bi de cornflake girl dinledik-dinlettik daha ne olsundu.
son olarak sahneye lauryn hill çıktı osmanlılardaki simetri takıntısını anımsatır bir havayla, her enstrümandan ikişer tane kurdurarak. sahneyi baya zengin gösteren bu yaklaşımın müzikaliteye olan etkisini pek farkedemedik, belki çok önlerde olduğumuzdan, vokal de çok etkili gelmiyodu, ama kadın müthiş, enerjisi müthiş, son 4 parçada arkalara geçtiğimiz için ses de müthişti. sonlara doğru kalabalık azaldı, ne yazıkki konserin ortalarına doğru alternatif sahnede portecho'nun çalmaya başlaması buna etki etmiş olabilir. tarzı-zevki vs umrumda değil, müzikten biraz olsun anlayan bir insan evladının her hafta bir klüpte boy gösteren portecho ile belki de hayatında son kez türkiyede konsere gelmiş olan lauryn hill arasında kalkıp da portechoyu seçmesini kabullenemiyorum, bu tip insalara öğlen sıcağında nişantaşında pıtlama cezası verilmesini talep ediyorum.
lauryn hill'in ekibi soundcheck yaparken arkalardan gelen yorumun özetlediği gibi, beyazlar soundcheck yaptı, siyahlar çaldı, biz de 4 günlük maraton sonrası huzura geri döndük. oh mis.
Friday, July 6
little miss raincloud
son blogumdan bu yana depresif halimin bir parçasını da PMS'le bağdaştırmaya başlamam dışında pek bir değişiklik olmadı. yapmam gereken tonla iş olduğu yetmezmiş gibi yarından itibaren odama badana + parke yaptırılcak ve ben dün sabah 06.30'da yatmış ve hiçbir zoru olmamasına rağmen 10.00'da kalkmış bir insan olarak yarın da sabahın köründe kalkıp o işlerle uğraşıcam. bütün bu işler bittikten sonra minimally re-decorated odamda huzura ulaşmayı beklerken erken tatile çıkabilmek için oy kullanmamanın normal birşey olduğunu düşünen yurdum gençliği ve "ak partisi"nin morphological ve semantic oyunlarına kanıp gerçekten "ak" olduğunu düşünen yurdum insanları yüzünden 23 temmuz sabahı yepyeni bir sinir bozukluğuna uyanabilirim. seçim sonrası dönemde kafadaki tatil planlarının hiçbiri gerçekleşmeyebilir ve ben tam anlamıyla dinlenmeden yeni bir iş maratonuna başlayabilirim. tabii herşey güzel olacak da olabilir, bin yıllık karma felsefesini yeni birşeymiş gibi önümüze koyan "the secret" kitabında önerildiği üzere rastgele açtığım sayfada dediği gibi beynimde başardığım şeyi gerçek hayatta da başarmam çok kolay olabilir. planladığım her şey gerçekleşebilir, iddaa kuponum tutabilir ve saçlarımı fırçalarken dökülen teller, saçlarını okşarken dökülen gözyaşlarımla sonsuza kadar mutlu yaşayabilir.
let's not kill the karma.
let's not kill the karma.
Wednesday, July 4
there's a hole in my soul
yanlış giden birşeyler olduğu zaten gece dışarı çıkıp 12 olunca yorulmalardan, yeni insanlarla tanışmak istememelerden, eski insanlarla da birtakım ortamlarda kaşılaşılınca bünyede sosyalleşmeye dair hiç bir istek bulundurmamalardan belliydi. havalardan dedik, yaşlandık dedik, it's just a phase dedik ama şair ne demiş "explanations never come on time". nihayetinde kendimizi fiziksel olarak değil ama -zira odamın hiç bir açısı bukadar minimal ve düzenli değil- ruhsal olarak yandaki resimle özdeşleştirdik. bugünden itibaren durumuma yeni bir açıklama getirmiş bulunmaktayım; şubat 2006dan beri haftanın 7 günü çalışan bir insan olarak bütün gün yatmak içimde büyük bir boşluk oluşmasına sebep oldu, her şeyden ve herkesten sıkılıyorum, kara deliğim beni ele geçiriyor oh my gosh.
aslında şu durumda yapılması gereken şey bir yurdum sahil kasabası tatiline çıkmak, kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atmak, güneş altında bira içip uyuklamak, havuz başında tavla oynamak, varsa yakınlardaki sünnet düğünü ışıklı ve çakma disco balllu "diskotek"lerde ismail yk şarkıları eşliğinde dansetmek (as shown below).
fakat seçimlere kadar herhangi bir tatil planı yapmayı başaramayan uyuz bünyem, her geçen gün büyümekte olan kıçımın bir süre daha olduğu yerden kıpırdayamayacağı sinyalini veriyor. tatil kum saatinin taneleri gibi akıyor parmaklarımın arasından, günün uzun saatlerini başında geçirdiğim bilgisayarım bile yazılım sahteciliğinden kurban ilan ediyor beni, blogumu renklendirmek için resimler buluyorum ordan burdan ancak ruhumdaki boşluğu google graphics dolduramıyor.
Sometimes I feel broken and can't get fixed.
aslında şu durumda yapılması gereken şey bir yurdum sahil kasabası tatiline çıkmak, kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atmak, güneş altında bira içip uyuklamak, havuz başında tavla oynamak, varsa yakınlardaki sünnet düğünü ışıklı ve çakma disco balllu "diskotek"lerde ismail yk şarkıları eşliğinde dansetmek (as shown below).
fakat seçimlere kadar herhangi bir tatil planı yapmayı başaramayan uyuz bünyem, her geçen gün büyümekte olan kıçımın bir süre daha olduğu yerden kıpırdayamayacağı sinyalini veriyor. tatil kum saatinin taneleri gibi akıyor parmaklarımın arasından, günün uzun saatlerini başında geçirdiğim bilgisayarım bile yazılım sahteciliğinden kurban ilan ediyor beni, blogumu renklendirmek için resimler buluyorum ordan burdan ancak ruhumdaki boşluğu google graphics dolduramıyor.
Sometimes I feel broken and can't get fixed.
Sunday, July 1
saturday night without the fever
3 günlük home alone with my personal rockstar maratonundan sonra eve döndüğüm bu güzide gecenin bir başka önemi de tatil öncesi the.gang ile "those were the days" tadındaki buluşmamızdı. hayyamide kavun şarabı ve tömerhane dedikodularıyla başlayan gece daralmalar sonucu kimlik bunalımı yaşadığını düşündüğümüz tribecada clubber nation müzikleri eşliğinde içilen türk kahveleriyle son buldu. ankaram gençliği henüz tatile gitmemiş ve sokakları doldurmuştu ancak gördük ki bizden gerçekten geçmiş; bestekar sokak ve 7. cadde kalabalıklarını geride bırakarak an itibariyle evimize vardık. uyuz muyuz? evet. zaten uzun zamandır ne bi dışarı çıkasım ne bi ortamlara girip insanlarla sohbet edesim var, enerjisizliğe mi yaşlılığa mı vermeli bilemiyorum ancak "i'm not anti-social, society is anti-me" diyerek kendimi sıyırıyorum mevzudan.
"hadi artık blog dünyasına geri dön" diyen blog kardeşlerime selam eder, 3 kadeh kavun + 1 kadeh şeftali şarabının üzerine içilen 2 adet türk kahvesi sonucunda elimden gelen budur derim. beğenmeyen küçük bloguna link koymasın.
"hadi artık blog dünyasına geri dön" diyen blog kardeşlerime selam eder, 3 kadeh kavun + 1 kadeh şeftali şarabının üzerine içilen 2 adet türk kahvesi sonucunda elimden gelen budur derim. beğenmeyen küçük bloguna link koymasın.
Subscribe to:
Posts (Atom)