Thursday, March 27

day of the soup

ilk ödevimin notunun merit+ gelmesiyle mutlu başladığım günü, ne yazık ki telefonumu tekrar tamire götürmek zorunda kaldığım için biraz huzursuz devam ettirdim. bildiğiniz üzere yaklaşık 1 ay önce kadim dostum aycanın doğumgününde masadaki birayla cinsel ilişkiye giren 5 aylık telefonum sapıtmış ve "ay ne oldu anlayamadım kendiliğinden kapanıveriyor" cümlesi eşliğinde servise götürülmüştü. bittabii yüksek teknoloji telefon laboratuvarlarında yalanım ve gerçek sorun anlaşılmış, "sıvıyla yakın temas" teşhisi sonucunda benden 35 ytl tamir ücreti talep edilmişti. inanın gözüm parada değil, ancak o parayı da verip tamir ettirdikten sonra elime sert yapmaya gelmeyen, kapağını dikkatsizce kapatınca küsüp kendini kapatan bir telefon vermeleri ağırıma gitti. nihayetinde şu an telefonum tekrar tamirde ancak telefoncu amca pek de ümitlenmemem gerektiğini söyledi. bütün bu yaşananlar ışığında, bebelere verdiğimiz writing konularından biri olan "technological advancements may not always be beneficial" lafı geliyor aklıma, zira bu uzay üssü telefonlarından önce kedi misali balkonlardan bile düşse kılına zarar gelmeyen
telefonlar vardı hatırlarsanız. teknolojik olarak ve stil bakımından kendini geliştirip güzelleştikçe, karı gibi kırılgan oldu telefonlar; hiç hoşnut değilim.

uzun bi süre sonra ilk kez tunus-kızılay arası yolu yürüyünce, ankara'da kültür şoku başlıklı bir kitap yazma isteğim depreşti. buralı olanlar bilirler, arjantin caddesi-tunalı hilmi-tunus-bakanlıklar-kızılay arası yürüyerek 20 dkda bitirilebilecek mesafede görülen farklı tip insan sayısı; neredeyse istiklal caddesine yetişecek (mübalağa ediyorum, dünyanın herhangi bir yerinde istiklal caddesindeki insan mozaiğinin görülebilceğini hiç sanmıyorum çünkü). normaldekinden farklı olarak bu yürüyüşümde 1. zaraya girmedim - zira maaşım yattığında bile yaklaşık 1,5 milyar içerde olacağım bir aya girmek üzereyiz 2. 'bir fast food yiyeceği olarak noodle' deneyimi yaşadım. kumrular sokağın hemen başlarında açılan "mr. china"yı duymuş, amerikan filmlerindeki gibi karton kutularda çin yemeği yiyeceğiz ne hoş diye düşünmüştük, ancak anlaşıldı ki mekan sadece soya filizi ve benzeri sebzeler ve birkaç tavukla süslediği noodle hizmeti veriyormuş. "gel oğlum şurda 2.90a makarna var"cı insanların arasında, "allahım ne kadar amerikanım, hayır çatal değil chopstick rica edeceğim" nidalarıyla gezindim evet. emperyalizmin kölesiyim. bu konuyla ilgili cezamı da dolmuşta kitabıma dalıp kafamı kaldırdığımda balgat girişinde olduğumuzu görmem ve caddeye kadar salakça bi yol yürümek zorunda kalmamla ödediğime inanıyorum.

heyecan dolu bu günün son anlarında ise messi'yle yüzyıllar sonra oturup bir kahve içebilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyor bu deli gönül. zira, artık nasıl bir "siz giderken ben dönüyordum" ya da "feleğin çemberinden flipper gibi geçtim" imajı yaratıyorsam öğrencilerimin gözünde, birinin bugün utanmadan "hocam siz üniversitedeyken mango mağazası var mıydı?" sorusunun bunalımı ancak böyle bir aktiviteyle atlatılırdı.



picture 1: getirin kırıcam hepsini
picture 2: fancy noodle
picture 3: hayat flipper'a güzel

2 comments:

Başak Ağın said...

eahaha :) bana da "sizin gençliğinizde commodore 64 vardı di mi hocam?" dediler. ben de "müzik dersinde lir çalıyoduk yavrum biz" dedim. evet.

cız-bız-liz said...

hahah :)

bi gün yolda bi çocuk teyze dedin mi orda bi durcan düşüncen.

benzer bir kültür karmaşasını osmanbeyden abdi ipekçiye doğru yürürken de yaşarsınız, daha ufağı belki ama daha serti.