Thursday, December 30

yeniyılyeniyılyeniyılyeniyıl

herkese kutlu olsun!


ulusa sesleniş: "bitiş" çağrışımı olduğundan hayatımdaki yeni gelişmeleri 2010'un son postu olarak değil de 2011'in ilk postu olarak yazmak istiyorum (totem hayatımızın neresinde). geliyorum, az kaldı.

Friday, December 17

dördünç

iş, güç, aşk derken günlerden 17 aralık olmuş ve ben 2006'nın 10 aralığında yazmaya başladığım blogumun 4. yaşını kutlamayı unutmuşum. vay bana vaylar bana. bloga uzun zamandır yazamıyor olmamın bir sebebi yoğunluksa diğer sebebi de hayatımda çok fazla şey sorgulamadığım, biraz daha huzurlu bir dönem yaşıyor olmam ki bunu ayrı bir postta açıklayacağım fırsat kolluyorum; fakat bu yıldönümünü unutmam hiç hoşuma gitmedi. ceza olarak kendime mani yazıyorum:

geç olsun güç olmasın, 
bu parmaklar hiç durmasın, 
voodoo girl artık götünü toplasın, 
bloguna yazı yazsın.

amin.

Thursday, December 9

Lunchman

voodoo girl's "bunu yapan insan olamaz" series vol. 15
Walkman shaped lunch box

Saturday, November 27

önceden yazılmışı varmış

Kate: I'm not very good with men.

Leopold: Perhaps you haven't found the right one.

Kate: Maybe. Or, uh... maybe that whole love thing is just a grown-up version of Santa Claus; just a myth we've been fed since childhood. So, we keep buying magazines, joining clubs, and doing therapy and watching movies with hit pop songs played over love montages all in a pathetic attempt to explain why our love Santa keeps getting caught in the chimney.

kalmadı

sene 1999, biz sweet 16 yaşlarımızda iken mustafa sandal "araba" isimli albümünü çıkartmış ve altıncı sıraya "kalmadı" isimli şarkısını yerleştirmişti. o nakaratında "benim aşka inancım kalmadı hiç" derken kim bilir takıntı haline getirdiğimiz hangi bebeyi düşünerek içlenir eşlik ederdik. şimdi ise hayatımın tam orta yerinde duran bir his olarak karşıma çıkıyor bu 'aşka inanmama' durumu. ne "aradığın zaman bulamazsın, ne zaman ki artık aşkı beklememeye başlarsın o gelir seni bulur" saçmalıklarına inanıp sinsice rol kesmeye çalıştığımdan, ne "yapmaya çalıştım ama olmadı" hissini yaşatacak bir ilişki denemesinden yeni çıktığımdan, ne bunalımda olduğumdan, ne birilerine sinirlendiğimden. çok sakin ve net bir biçimde; benim aşka inancım kalmadı. aşık insanların gözünde beliren o ışıktan içimde bir yerlerde olduğuna, onu çıkartabilecek bir erkeğin varlığına, öyle bir erkek varsa bile benim onu bulabileceğime inancım kalmadı. senelerdir içten içe buna inanırken karşıma çıkan her erkeğe umutla yaklaşma gerizekalılığımdan da bıktım artık, kendimi sorguladım ve verdiği ifadenin altına imzamı atıp hayatımı bu kabullenmişlikle geçirmeye karar verdim. oh be.

Wednesday, November 24

gün benim günüm beni tutmayın

öğretmenler günümüz kutlu olsun.

Sunday, November 21

twitter'da görmek istemediğimiz hareketler

"çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin" by AbSurDMaN

hazır internette olduğum zamanın çoğunu twitter'da geçirmeye başladım, 11 gündür yazmıyorum ve halihazırda atarlıyım; tüm bunları ortak paydada buluşturarak twitter dünyasına dair şahsımda tiksinme duygusu yaratan hareketlere çemkirmeye karar verdim.

don't follow me if you dare: sanal dünya ve popüler olma güdüsü üzerine binlerce kelime yazabilir, sosyolojik ve psikolojik çözümlemelerin amına bile koyabiliriz ama en düz haliyle herkesin kabul ettiği bir gerçek var; hangi ortamda olursa olsun insanların çoğu doğaları itibariyle popüler olmayı severler. burada bir sıkıntı yok. sıkıntı, twitterda insanlar bu following-follower olayını dünya meselesi haline getirince çıkıyor. kendini follow etmeyeni asla follow etmeyenler, follow edip 2 gün sonra geri follow gelmezse unfollow edenler, follow edilince follow etmeyip unfollow yediğinde tutuşup follow etmeye başlayanlar, follow ettiği ve arada sırada mention attığı insandan geri follow alamayınca delirip "sen kendini benden iyi mi sanıyorsun" saldırılarına geçenler, düzenli olarak kitleler halinde insanları follow edip bir süre sonra çaktırmadan unfollow ederek takipçi sayısını arttırmaya çalışanlar, unfollow edildiğini üye olduğu sistemler sayesinde öğrenip takribi 5 saniye sonra kendi de unfollow edenler - hepsi twitter'da yaşanıyor, yaşatılıyor. bu konu hakkında bıkmadan usanmadan o kadar çok tweet atıyorlar ki, fark etmemeniz olanaksız. sanal bir ortamda, kaçta kaçının gerçek olduğunu bile bilmediğini insanlar tarafından takip edilip edilmeme olgusunu bu kadar kafaya takan insanlardaki ego zedelenmesinin boyutlarını kestiremiyorum ben. küfür ederek bağlayacaktım konuyu ama yazdıkça üzüldüm ikinci maddeye geçiyorum.

me, my formspring and my blog: sanal dünya malum çok yönlü, bir yerde hesabı olan insanın +5 yerde daha hesabı olduğu ortamlar. ve pek çok insan her türlü internet kimliği bilinsin, görülsün istiyor olabilir. bu yüzden twitter'da "web" diye bir kısım yapmışlar blogger gibi, facebook gibi profillerinizin linklerini koyabileceğiniz. ama benim attention-seeker'ıma yeter mi hiç? basalım otomatik formspring link eklemesi, dayayalım blogdan otomatik post akışı. manyak mısınız arkadaşım? ben zaten senin tarzını, yazım şeklini beğeniyorsam blogunu da takip ederim, açar formspringine de bakarım. nedir bu "bana bakın! bana bakın! hep beni okuyun tamam mı bakın bloga yazdım tıklayın hemen! formspringde bir laf soktum ki kesin okumanız lazım! BANA BAKIN!!!" halleri? allah aşkına kimi sikecekseniz sikin rahatlayın şu linkleri sokmayın gözümüze gözümüze rica ediyorum allahın adını verdim bak.

sweet retweet: aslında çok güzel amaçlarla yaratılmış, bir insanın beğendiğiniz bir tweetini kendi takipçilerinize de kolayca göstermenizi sağlayan retweet fonksiyonu bile tehlikeli insanların eline geçince ne haller alabilir ibretle izliyoruz twitter'da. popüler twitter kullanıcılarının "alfabenin ilk harfi a'dır" gibi cümlelerinde bile anlamadıkları cinsten derinlikler olduğuna inanan yurdum gençliğinin twitter'daki tek amacı aforizma (özlü söz deyince o kadar karizmatik durmuyor da) üretmek olan hesapları sürekli retweet ediyor olması yeterince sinir bozucu, fakat içimizdeki o ufacık "belki de adam yazılanı beğendi" inancı yüzünden fazla çemkirmediğimiz bir olay. vefakat kendi adının geçtiği (bkz. mention), senin hesabının takip edilmesinin önerildiği (bkz. followfriday) tweetleri RT etmek nedir? bir kere mantık hatası var, seni öneren tweetleri RT ettiğinde okuyan adamlar zaten halihazırda seni takip eden insanlar, tekrar follow edemezler yani, o reklamı boşa yapıyorsun, anladın? şimdi sakin ol ve mouseunu o RT butonundan yavaşça çek.
   

Wednesday, November 10

10 Kasım geldiğinde / götünüz başınız ayrı oynuyor

malum son dönem popüler polemiklerimizden biri -son dönem diyorum ama facebookum olmadığından ve mevzuları twitterdan öğrendiğimden; yoksa daha uzun süredir de oluyordur da haberim yoktur belki- cumhuriyet bağlantılı belirli gün ve haftalarda profil fotoğrafını atatürk yapan gençler vs onlarla taşak geçenler. ilk gruba ben şahsen "facebook cumhuriyetçisi" adı veriyor ve çoğunun tarihsel gerçeklerden bihaber ya da en son ilkokulda haberdar olmuş, hayatlarındaki en büyük gurur kaynakları facebookta atatürk'ü seven 1 milyon kişi bulmak olan insanlar olduğunu düşünüyorum. ikinci grupsa ikiye ayrılıyor; bu tip yüzeysel hareketlerle gerçek atatürk sevgisi ve cumhuriyet anlayışının altının boşaldığına inanıp sinirlenenler ve atatürk'ü ve zamanında türkiye'ye getirdiği sistemi desteklemeyen, farklı bir rejim ve düşünce sistemiyle yaşamayı tercih edecek olanlar. bu noktada iki gruba soracağım ortak soru şu: size ne? bir insanın başka bir insana olan sevgisini ne şekilde gösterdiği sizi ne ilgilendiriyor? düşünüyorum düşünüyorum bir insanın cumhuriyet bayramında, 10 kasımda sosyal ağlarda kullandığı bir profilde atatürk'le ilgili bir öge bulundurmasına bu kadar tükürükler saçılarak tepki verilecek ne var inanın çözemiyorum. 

gerçekten empati kurmayı denedim. ilk grubun hassasiyetini düşündüm; tamam diyelim ki bu insanların çoğu gerizekalı ve atatürk'ün kim olduğunu, neler yaptığını bilmeden çakma bir sevgi gösterisi yapıyor. ee? ortada tarihsel gerçekler varken ve bu sinirlenen insanlar kendilerini bilir bir şekilde atatürk'ü seviyorken diğerlerinin sevgisinin yalandan olmasının onlara ne zararı olabilir ki? sonra ikinci grubun tepkisini düşündüm; mesele kendileri ve kendi inançları olunca her koşulda saygıyı nasıl hak ettiklerini bas bas bağıran bu insanlar, islam dinine inanmayan biri kendisine göre hiç yaşanmamış bir olay için "bugün peygamberimiz göğe çıktı" denilerek kutsal bir gün yaratılması ve dualar edilip içki içilmemesine benzer bir tepki verse ne yaparlar?

atatürk'e tapıyor, ya da atatürk'ten nefret ediyor olabilirsiniz. herkesin kendi kararıdır. yalnız başka bir insana atatürk'ü nasıl sevmesi ve onu nasıl anması gerektiği dersini vermek de kimseye düşmez. herkes haddini bilsin, 23 nisanda test edeceğim tükürük saçanı gördüğüm an evinden aldırıyorum.

Saturday, November 6

tam ego

bende var.
uzun ya da kısa fark etmez, bir ilişkinin beklenmedik bir zamanda ve/veya şekilde bitmesinden sonra toparlanma sürecinin sancılı geçmesinin en büyük sebeplerinden birinin -genellikle- eski sevgiliyi hala seviyor olmamız değil egomuzun tamiri konusunda başarısız olmamız olduğunu bundan uzun bir süre önce bizzat yaşayarak anlamış ve blogdan da then it hit me edasında açıklamış idim. işbu ego zedelenmesinin muhtemel yeni ilişki ihtimallerine de etkisi olması kaçınılmaz oluyor elbette.

bir süre "şimdi bana kaybolan egomu verseler" modunda olduğumuz için abuk subuk insanlarla takılıp "eski ilişkim bitmiş olabilir ama ben birlikte olunmaya değecek bir insanım" hissini yeniden yaşamaya çalışıyoruz. yalan yok, kendimize güvenimiz ne kadar tam, ilişki de nasıl bitmiş olursa olsun bir noktada kendini suçlamak gibi olmasa da yaşanan bu bitişi kendi hanemize başarısızlık olarak yazma işini neredeyse hepimiz yapıyoruz. iyi haber, genellikle ayrılığın hemen sonrasında yaşanan bu dönemde medet umduğumuz insanların ne kadar mal olduğunu anlayıp kendimize gelmemiz çok vakit almıyor.

ikinci dönemde, hayatımıza giren o mal insanlardan aldığımız gazla egomuz eski halinden de büyük duruma geliyor. aldığımız gaz derken yanlış anlaşılmasın, bu insanlar bize aşık oldu ilgi gösterdi vs diye götümüzün kalkmasından bahsetmiyorum; genelde "lan ne mal insanlar var ben niye kendimi kötü hissediyorum ki mis gibi insanım işte" şeklinde bir göt kalkması oluyor. bu dönemde de harcanan insanların haddi hesabı yok çünkü bu sefer de kimseyi kendine yeterince yakıştıramama sıkıntısı var.

işte bütün bu dönemlerden geçtikten sonra normal olan, olabilecek en net 'self-awareness' seviyesine ulaşıp insanları oldukları gibi kabul etmek ve kendi egomuzun sivri yerlerini de yumuşatmayı öğrenmek, "ben buyum arkadaş kimse için değişemem beğenmeyen küçük oğluna almasın" (vdgrl, 2010) kafasından mümkün olduğunca sıyrılıp buna değdiğine inandığımız birini bulduğumuzda olaylara biraz daha sakin ve değişime açık yaklaşmayı başarmak.

ideal dünyada akabinde "and they lived happily ever after" gelir. gerçek dünyada ise karşınızdaki insanın sizin kadar çaba göstermek niyetinde olmadığını anladığınız anda "sikerler" geliyor. ego da tırnak gibi nihayetinde, ne kadar törpülersen törpüle bir noktada tekrar uzuyor.  

Wednesday, November 3

pussycat boys

bu aralar dahil olduğum yuvarlak masa toplantıları ve dost meclisleri gösterdi ki "ilişkiden korkan erkek" kavramı son zamanlarda yaşadıklarım sebebiyle sadece tarafımdan çemkiriklere maruz bırakılan bir olgu olmaktan çıkıp genç kızlarımızın ortak bir problemi haline gelmiş bile. takdir edersiniz ki bizzat ben ve bu tip konuşmaları yaptığım sosyal çevremdeki kadınlar "he is just not that into you" noktasını çoktan aşmış kişileriz. yani bizimle ilişki kurmak istemeyen erkekle genel anlamda ilişki kavramına tepkili yaklaşan erkek arasındaki farkı biliyor, ilkine denk gelirsek zedelenen egomuzu açık etmemeye çalışıp yaşadıklarımızı adamın sikinin küçüklüğünden başlayıp saçlarının çirkinliğine varan ithamlarla doldurduğumuz içkili ortamlarda sistemimizden atmaya çalışıyoruz. ikinciye denk geldiğimizde sinirlenmemizin sebebi ise cevabını bulamadığımız iki soru.

sevgili olsak ne olacak? ilişkiden korktuğu söyleminde bulunan erkeklerin çoğu, bu söylemde bulundukları kadınla belli bir iletişim seviyesine gelmiş oluyorlar. yani daha tanışma anında, "merhaba ben berkecan ve ben bir ilişki kuramayanım - merhaba berkecan!" şeklinde olmuyor mevzu. taraflar zaten 'sevgililik' diye adı konulmamış da olsa iletişimsel ve çoğu zaman da fiziksel anlamda bir ilişki içinde oluyorlar hali hazırda. işte o noktada ilişkidenkorkancan karakteri yüzünü gösterince kadınların çözemediği kısım korkulan şeyin tam olarak ne olduğu. zaten adı sevgililik konulmuş olsa da içinde bulunulan durumda köklü bir değişiklik olmayacağını düşünen kadın bu tepkiyi anlamlandırmakta zorlanıyor. ama diyelim ki adam haklı, ilişkinin adı konulursa birtakım değişiklikler olacak, 'sevgililik' müessesesi devreye girerse hayat farklı ilerleyecek. işte o zaman da cevabını bulamadığımız ikinci soru geliyor

ayrılsak ne olacak? burada bahsi geçen ilişkiden korkan erkekler bittabi ona buna çakayım derken çakma ıssız adamlık yapanlar değil, yaşanmışlıkları ve ilişki tecrübeleri sonucu bu duruma gelenler ve hayattaki bu duruşlarını tüm samimiyetimle anlayabiliyorum. tüm samimiyetimle anlayamadığım, lafa gelince erkekler güçlü kadınlar güçsüz addedilirken her türlü hayat sikici deneyim sonrası ayağa kalkıp yeniden bir ilişki yaşamaya çalışma gücünü kendinde bulan bir kadın varken erkeğin bunu bu kadar drama queen bir tavırla karşılaması. ben ki erkeklerle iyi anlaşan (altılılarına ortak olan, rusa giden), genelde yakın erkek arkadaşlarım sayesinde ne tip düşüncelere ne sebeplerle sahip olduklarını bilen insanım; ben bile bunun empatisini kuramıyorum arkadaş. korkuyu, biriken başarısız ilişki denemelerinin yarattığı ego zedelenmesini anlayabiliyorum ama bir insanın mutluluğu aramayı bırakıp stabil hayatla yetinme noktasına gelmesinin -eski sevgilinin ölmüş olması falan gibi ekstrem olayları bir kenara bırakarak- nasıl bir sebebi olabileceğini çözemiyorum.

ben elbette tamamen kendi tecrübelerim ve müdür benim diye bana konuşan kadınların anlattıkları üzerine bunları yazdığım için olayın bu noktalara gelmesindeki tek suçluyu pipililer ilan ettim gibi gözüküyor ama özünde demem o ki yeni dünya düzeniyle ortaya çıkan bin çeşit ilişki şeklinin de boku fazla geçmeden çıktı ve flört mü ediyoruz, takılıyor muyuz, fuckbuddy miyiz, sevgili miyiz derken "benimle çıkar mısın?"ın içindeki o temiz "beraber dışarı çıkalım ve güzel vakit geçirelim" duygusunu kaybetmeyi başardık. kırdık kırdık.

Monday, November 1

çünkü musluk dediğin akmalı


mutfak musluğu açılınca tazyiği azalan banyo musluğu gibisin oh bebek
ben gürül gürülken pısıp kalıyorsun
bilmelisin ki bu işlerde sıkıntı yaratır sessizce beklemek
nefesimi keseceğine hevesimi kesiyorsun

Sunday, October 24

sıkıntı var


yalın'ın "aynayı sev, radyoyu sev (şarkı böyle ilerleyince kaçınılmaz olarak) annemi sev" şeklinde sözleri olan über manasız pop şarkıları söylemeye başlamadığı zamanlarda, ki sene 2005 falandı sanıyorum, "bir bakmışsın" isimli bir albümü vardı. antalya'daki yazlığımızda emekli tatili yaparken bütün bir yazı o albümü dinleyerek geçirdiğim için oldukça vakıfım, ki bence yeni dönem türkçe pop standartları düşünüldüğünde fena olmayan bir albümdür. albüme ismini veren şarkıda ise iki satır vardır ki cuma gecesini evde rakı-balık yaparak geçirmiş bir grup 80-83 arası doğumlu yaşlı/genç insanlar olarak -belki rakının da etkisiyle- kendimizi anlattı bize: "yıllandık diye mi yıprandık / yaşlandık diye mi paslandık". ikili ilişkilerdeki tahammülsüzlüğümüzü kaybolan yıllarımıza bağlamak kolpa bir kaçış gibi gözükebilir fakat bazen gerçeklerin önünde durulamıyor ne yazık ki ve biz en ufak kırılma anında "bir bakmışsın, ben yokmuşum / üzülmeye doymuşum / isyanımı yola koyup / hayatından kaybolmuşum" hissiyle doluveriyoruz. tehdit olsun diye değil; kötümser ihtimaller de bilinsin diye. türkçe pop şarkılarından aşk hayatımın analizini yapmaya devam ediyor olmamdan anlayacağınız üzere bu cephede değişen bir şey yok. 

adam haklı beyler


Dr. Sloan: I hate women like you. You string guys along acting like sex is some prize and really you're just afraid that when you give it up, they'll lose interest.


[her bekleyen kadını duygusallık peşinde sanmayalım yani, böylesi de var]

Wednesday, October 20

ya ne olacağıdı?

bugün bir arkadaşım 4 ay önce kendisine "hayatımı seninle geçirmek istiyorum, senden çocuğum olsun istiyorum" lafları eden sevgilisi karşısına geçip "ben karar verdim, bu ilişkinin bir geleceği yok, yani seninle evlenmeyi düşünmüyorum ama seninle iyi vakit geçiriyorum. bunu böyle kabul edersen görüşmeye devam edebiliriz" dediği için ilişkisini bitirdi. bizim yaşlarımızdaki her kadının, ortalama zekaya sahip dürüstlük timsali bu erkişinin sandığının aksine çocukla evlenme hayalleri kurduğundan değil, bu konuşma yapılırken çocuğun takındığı terbiyesizce tavırdan rahatsız olup ayrılık kararı alan bu arkadaşımla empati kurabileceğine inanıyorum zira erkeklerin bu commitment problemi yaşayan ıssız adam halleri yeni çıkmış bir şey değil; ve hatta son zamanlarda olayın "evlilik" boyutundan çıkıp kendini uzun süreli ve tek eşli herhangi bir ilişkiye katiyen hazır hissetmeme durumu olarak baş gösteriyor. yaşanmışlıklarım ve "ben uzun ilişki insanı değilim yeaa"cıları çok görmüş olmam gereği böyle mevzularda büyük konuşulmaması gerektiğine, doğru bir zaman içinde doğru hissettiren bir insanın pek çok ezberi bozabileceğine inansam da ben de büyük lokmayı yemeyip hayatta gerçekten hamuru gereği ciddi bir ilişki yaşama ihtimali olmayan erkekler olabileceğine inanıyorum. inanamadığım şey bu erkeklerin tavırları. adam sinsi gibi insan içine karışıp kızlarla tanışıyor, flört ediyor, bir ilişkiye giden yolda her boku yiyor; iş ilişki formatına doğru ilerleyince de "noluyor yahu ben ıssız adamdım kalbim taştandı şimdi niye ilişki falan deyip dengemi bozuyorsun" moduna giriyor. ne sandın yarraam, ya ne olacağıdı? hem götün yemesin yaşamak istediğin tarz ilişkiye paralel davranışlar sergileyeme, hem de o göt tutuşunca suçu kafanda yarattığın tek derdi evlilik/uzun ilişki olan kadın figürüne at. götünüze güvenmiyorsanız kadınlarla iletişimi kesin birbirinizi sikin arkadaşım bu ne yahu 30 yaşımıza geldik uğraştığımız şeylere bak.

Monday, October 18

my vagina speaks a language I don't understand

carrie bradshaw olup sağda eski sayıları gözüken wingman dergisine yazı yazdığım zamanlarda, teknik mevzular yüzünden derginin çıkmaması nedeniyle yayınlanamamış olan "duygusal seks" isimli bir yazımı şöyle bitirmiş idim:
"Kadının seks notunuzu yüksek tutmasını istiyorsanız tavsiyem, bahsi geçen hissi yaratmak istediğiniz kadınlarla sevişmeden önce belli bir enerji bütünlüğü elde etmeye çalışmanız ve sevişirken de sadece içine girip çıkmaya çalıştığınız dudaklara değil diğer dudaklara da önem vermek gibi detayları göz önünde bulundurmanızdır. Zira sizin rakı masalarınızda dönen muhabbetlerden farklı olarak bizim performans raporlarımızda artistik puanların katsayısı teknik puanlardan daha yüksek".

yazının ana fikrinde anlatmak istediğim, kadınların da bittabi sadece seks yapma amaçlı seks yapabileceği, bundan zevk de alacağı; fakat duygusal bir paylaşım yaşadığı erkeklerle girdiği münasebetleri daha iyi hatırlama eğiliminde olduklarıydı. o zamanlar seksin iki türlüsüne de açık, performansının doruğunda, gençliğinin baharında bir kız çocuğu iken sene oldu 2010, bana bir şeyler oldu, şurada bahsi geçen bir tribe girip "hoşlandığım adamla hemen birlikte olursam onu da tüketiyorum, demek ki hayatımda tutmak istediğim adamlarla biraz daha yavaş ilerlemeliyim" noktasına ulaştım. ve fakat! bugün kadim dostum aycan'la birbirimizin sorunlarına müthiş çözümler üretip akıllar verdiğimiz ama kendi sikimizi doğrultamadığımız klasik terapi yemeklerinin birinde it hit me. acaba ben bu adamlardan hoşlandığım için mi onlarla seks yapmıyorum; yoksa hoşlanmak istediğim için mi? öyle görünüyor ki yazının başında kısa tanımlaması bulunan 'duygusal seks' artık benim için iki seçenekten biri değil, tek tercih ve bu da sadece fiziksel bir etkileşim yaşadığım erkeklerle yatmak yerine duygusal bir bağ kurmayı bekleme isteğine yol açıyor. boku yedik. hayır duygusal seks yaşamayalı da yıl oldu, nereden çıkıyor böyle yeni âdetler anlamıyorum ki.

sen de dertlisin he hemşire?

Saturday, October 16

Friday, October 15

got music?

müzikle ilgili "büyülü" cümleler kurmaya yetecek bir kulağım ve/veya kültürüm yoktur ama zamanında bir türkçe rock albümünün teşekkürler kısmında adımın yazmış olmasından aldığım gaza dayanarak söylemek istediğim bir şey var. bu müzik denen meretin 1 sizinle hiçbir alakası, anısı olmayan bir şarkının bir anda içinizi herhangi bir hisle doldurması 2 belli bir dönem / his / insanla özdeşleştirdiğiniz bir şarkının ne durumda olursanız, o şarkıyı nerede ve ne zaman dinliyor olursanız olun sizi alıp o döneme götürmesi şeklindeki iki gücü tehlikeli insanların eline geçerse büyük sorunlara yol açabilir bence. ilgilenilsin bununla.

Thursday, October 14

loved up


70lerde yaşasaydım eğer, aşka dair tek ikilemim tahminimce ediz hun'a aşık olmakla tarık akan'a aşık olmak arasında olurdu. vefakat filmlerdeki en temiz aşkların bile orospu çocukluklarıyla dolu olduğu 2000li yıllarda yaşadığımdan mütevellit daha farklı ikilemler içinde bulabiliyorum kendimi. ister ergen kafalı "annemi babamı hiç sevmiyorum anlıyor musun" yıllarında, ister "işimdeyim gücümdeyim yanında bir de sevişeyim" olgunluğunda olsun başarısızlıkla sonuçlanan ilişki girişimleri ve travmatik aşklar birikince insan hayatında, bir sonraki muhtemel aşka yelken açarken takınılacak tavır, a.k.a 'temkinli' davranmak vs "sikerler öyle aşkın ızdırabını" diyerek olacaklara göz yummak ikilemi kaçınılmaz. insan belli bir duygusal açlık seviyesinde olunca kendini birinden hoşlandığına ikna etmesi zaten kolay olduğu için net bir ifadeyle konuşmak istemem ama şahsen birinden hoşlandığımı düşündüğümde bir yanım liseli kızlar gibi romantizme bağlamak isterken diğer yanım kendimi ne kadar kaptırırsam kaçınılmaz hayal kırıklığı anında götüme girenin o kadar büyük olacağını hatırlatıyor bana. ortası yok; ya o taze aşk duygusunu kaybetmediğim için sevinecek ve "sevmeyelim de taşa mı dönelim?" diye isyan edeceğim; ya da yaşadıklarından ders almış dört başı mağrur halimle ayaklarımı yere basacak ve aptal hayaller kurmaktan vazgeçeceğim. yaa gençler, götüklüğümüzden seçmedik "but she knows she has a curse on her / a curse she cannot win / for if someone gets too close to her / the pins stick farther in" diye tanımlanan şiir kahramanını kendimize isim diye. acı çekiyoruz burada. 

ps: tabii ki tarık akan.

Tuesday, October 12

mutluluğun formülü çok açık

her yaşadığım aşk / flört / seks tecrübesinden sonra farklı bir uyanma yaşayan bünyem hastalığın pençesinde işe gidemeyip mal gibi oturduğum şu günde yıllardır sisteme alınan bütün tetikleyicileri tek bir potada birleştirip ilişkilerde mutluluğun sadece iki maddeden oluşan formülünü açıklamaktan gurur duyar.

1. the reader: öncelikle (dil)bilimsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek var ki satır aralarını okumaya, çıkarsama yapmaya bayılan bir cinsiz. her hareketten, her sözden bir anlam çıkartmaya çalışıyor olmamızın bir sebebi ya basit düşünce sistemleri ya da duygularını paylaşmayı sevmeyen yapıları yüzünden erkeklermiş gibi gözükse de bana kalırsa pek çok kadın doğası itibariyle o halde; dolayısıyla şu hayatta en nefret ettiğim lafların başında gelen "rahat ol" felsefesini bir formül olarak sunmayacağım zira genetik olarak belirlenmiş bir şeyi değiştirmek için yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. eninde sonunda gavurların "read into" dediği hadiseyi gerçekleştirip hareketlere-sözlere çoğu zaman aslında sahip olmadıkları anlamlar yükleyeceğiz madem, bunu işleri daha durağan hale getirecek şekilde yapmak mutluluğun bir numaralı formülü. örneklendiriyorum; bir adamla flört halindeyken adamın sokakta elimizi tutması, arkadaşlarının yanında da rahatça sarmaş dolaş olması falan genellikle "demek ki sadece yatmak kalkmak değil, daha düzgün bir şeyler istiyor, o da benden hoşlanıyor" hissi yaratır. doğru-yanlış çıkma olasılıklarını bir kenara bırakarak mentaliteyi şu şekilde değiştirmeyi öneriyorum: "böyle davranıyor demek ki 'aman elini tutmayayım da ilişki istiyorum sanmasın, aman sıcak davranmayayım da sadece yatıyoruz anlasın' hesaplarındaki küçük beyinli bir insan değil; içinden geldiği gibi hareket eden, hesap kitap yapmayan bir insan". işbu düşünce sizin de rahatlamanızı ve içinizden geldiği gibi davranmanızı sağlama potansiyeli olduğundan mutluluk yolunda önemli bir adım, go for it. 

2. great expectations: mutluluğumuzun önündeki ikinci engel ise bir ilişki öncesi/sırasında karşı taraftan çok büyük beklentilere girmemiz ve bunların karşılanmaması sonucu duygularımızın aldığı darbeyle işten soğuyor olmamız. bunun için çözüm çok net gözüküyor, olayları akışına bırakmalı ve beklentilerden arınmalıyız ki bir şey yapılmadığında duyduğumuz hayal kırıklığı hissi yerini ummadığımız bir anda gelen güzel hareketin mutluluğuna bıraksın. işte ben bu noktada sıçtığım için bunun nasıl yapılabileceği konusunda pratik bilgiler vermekten acizim dostlar. bir, istediğim bir tepki gelmediği anda karşıdaki insanın karnesini eksilerle doldurmayı başaran tahammülsüzlüğüm ve iki, beklentilerimi kendime çok mantıklı gelen temellere dayandırışım beni ilişkilerde neredeyse mümkün olmayanı istemeye itiyor. bu noktada bir problem de ilişkideki tarafların beklentilere farklı anlamlar yüklemesi. örneklendiriyorum; ben flört halinde olduğum bir adamın bana yatarken mesaj atması, hastayken ya da moralimin bozuk olduğunu bildiği zamanlarda sabah uyanıp ilk iş bana bir nasılsın demesi gibi şeyler kovalayan ergen kafada bir insanım. bu beklentiler erkek tarafında zaman zaman "lan sevgili mi olduk hemen, hesap mı veriyoruz, yoklama mı alınıyor" gibi hisler yaratsa da benim bu beklentilere sahip olma sebebim çok başka. ben adamın gece yatarken bana mesaj atmasını aramızdaki ilişkinin mecburiyeti yüzünden değil, uykuya dalmadan önce benimle iletişim kurmak içinden geliyorsa istiyorum. ben hasta yatarken sabah aklına gelen ilk şey günlük işleriyle uğraşmak, maillerine bakmak, twittera bir şeyler yazmak değil; bana bir nasılsın demek olsun istiyorum. bunları göremeyince de karşı tarafın uzun vadede bana beklediğim şeyleri veremeyeceğine karar verip kendimi kapatıyorum. herkesin aynı zamanlarda aynı duygu yoğunluğunda olamayacağının farkında olsam da böyle şeylere zaman vermeyi, beklentilerimi düşürmeyi bir türlü beceremiyor, mutluluk yolunda ikinci ayakta yatıyorum.

konuyla ilgili karizmatik şarkı sözü:
happiness seems to be loneliness
and loneliness killed my world

Saturday, October 9

happy birthday, mr beatle

Matthew Bomer

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 33



Sofia Vergara

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol. 23



Thursday, September 30

koskoca mastercard anladı, bizim yönetim anlayamadı

"paranın satın alamayacağı şeyler vardır"

foto stalker'dan

Wednesday, September 29

no pain no gain no haşhaş no vitamin


bugün yüksek lisans linguistics dersinde "people always talk about their dolmuş experiences in Turkey" şaşkınlığıyla beni benden alan hocamız motivasyona etki eden faktörlerden bahsederken literatürden pain-gain ilişkisini sundu. şöyle ki, insan evlatları olarak yapılacak işe bakıyor, o işi yaparken çekeceğimiz dertle işi başarmamızın sonucunda edineceğimiz kazancı karşılaştırıyor ve pain > gain gibi bir denkleme ulaşırsak çok mantıklı olarak o işe girişmekten vazgeçiyoruz. işte psikoloji biliminin aşk hayatımı açıklayışı budur dostlar. son zamanlarda gerek potansiyel ilişkilerin kalitesiyle ilgili düştüğüm umutsuzluk gerekse ilişki başlarda iyi bile gözükse eninde sonunda kötü anlar olacağı gerçeği ve o kötü anların yaşanan bütün güzel duyguları sıfırlayacak güçte olmasını sağlayacak tahammülsüzlüğüm işin henüz başlarında "sikerler" noktasına gelmeme yol açıyor. sonra ne oluyor; ya istiyorum o hikaye hiç başlamıyor ya da yarin keskin bıçak diyor kestirip atıyorum. peki ne olması lazım; ya beni kendisine hayvanlar gibi aşık ederek tüm ezberleri bozan bir adam çıkacak karşıma, ya da master dersi gibi oldukça akademik ve bilimsel ortamlarda bile kendi kendime demet akalın'a bağladığım bir hayat beni bekliyor. hakkımda hayırlısı.

Tuesday, September 28

Monday, September 27

Sunday, September 26

ilişkilerde "yetmez ama evet" kafası


cuma akşamı hem geçen hafta aldığımız dışarı çıkmama kararında ciddi olduğumuzu kanıtlamak hem de ebruberrin'i kedisi theo ile yapayalnız bırakmamak adına girls night in organizasyonu düzenledik. böyle girls night falan yazınca seksi pijamalarıyla yastık kavgası ve yüzünde bakım maskesi manikür-pedikür eşliğinde ergen dedikoduları yapan sevimli kızlar geldiyse akıllara düzelteyim; bilakis 30 yaşına merdiven dayamış, elinde şarap kadehleriyle promil arttıkça hayatı ve aşkı sorgulayan geleceğin kedili deli teyzeleriydik. eski sevgililere beddua etme ve erkeklerin seksle ilgili yanlış bildikleri şeylerle (bkz vajinayı kavşak zannedip hulla hoop çevirir gibi hareketlerle kadını zevkten uçurduğunu sanmak) dalga geçme aşamalarını geçtikten sonra konu neden yalnız olduğumuzu, neden kendimize göre birini bulamadığımızı sorgulama noktasına geldi ve kimimiz ilişki yürütememeyi kendindeki bir eksiklikle ilgili gören, kimimiz yürütülemeyen ilişkinin hesabını etrafına vermekten yorulmuş, kimimizse her daim "benim gibisini inan ki bok bulursun" kafası yaşamayı başaran farklı bünyeler olmamıza rağmen yollar o en korkulan "settle for" hadisesinde kesişti. soru1: uzun bir süre aradığını bulamayan kadın artık ilişkilerde ve erkek seçiminde daha azıyla yetinmek zorunda mıdır? ve soru 2: eğer soru 1'e evet cevabını verdiyseniz ideal ilişki/erkek listenizden çizeceğiniz, olmasa da olur diyeceğiniz şey ne olacak? eskiden olsa romantizm ve idealizmi elele tribünlere çağırıp carrie'nin "Some people are settling down, some are settling and some people refuse to settle for anything less than butterflies" lafıyla konuyu bağlar giderdim yalnız yaşanmışlıklarla o saf aşk duygusuna olan mesafenin ters orantılı olduğunu çözeli çok oldu. o yüzden bana göre bizim için en sağlıklısı görmezden gelinen şeyleri fazla kafaya takmamakla birlikte karşı taraftan davranış bazında istediğimiz tarz hareketler gelmediği vakit kesip atmayı da öğrenmek. yani "azla yetinme"yi o masum zamanlarımızda kafamızda dönen "sevdiğim erkek sarışın olmalı / gözleri ela bulaşık yıkamalı" tekerlemelerindeki bazı özelliklerden ödün vermek olarak görmeli, hak ettiğimiz (duygusal) muameleyi göstermeyen adama (kalbimizi) vermemeyi öğrenmeliyiz. şimdi hep birlikte ajda pekkan'la birlikte söyleyelim: sevenlere vereceğim (sevgimi)!

Thursday, September 23

previously on twitter



kadının sekste boşalabilmek için o ana konsantre olması gerekirken erkeğin erken boşalmamak için alakasız şeyler düşünmesi aramızdaki ilişkinin özeti işte.

Tuesday, September 21

onlar yanlış biliyor

"seks duygusallıkla, aşkla birleştiğinde güzeldir" derler ya, bu yalana kanmayın. objektif değerlendirme için henüz aşık olmamışken seks yapmak şart, zira insan aşık olunca ne olursa olsun o seks güzelmiş illüzyonu oluşması muhtemel. halbuki aşık değilken yaptığınız seks güzelse önünde kimse duramaz o ilişkinin; sike sike aşık etmek lafı boş yere çıkmamış.

temsili fotoğraf

Thursday, September 16

would you be my fucking boyfriend?

bana kalırsa şu hayatta tüm yanlış anlaşılmaların sebebi zaten kendi içinde karmaşıklıklar barındıran 'dil' unsurunun işin içine anlambilim de girmeye başlayınca kavramlar boyutunda tanımlamada yetersiz kalması. hele de genetik olarak farklı kodlanmış cinsler iletişime geçmeye çalışınca bu iş daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor ve nice yazarların kadınlar sikimden erkekler götümden tipi kitaplarla parayı kırmasının yanında nice gençlerimiz de aşk yolunda heba oluyor. misal 'sevgililik' kavramına bakış. bir insanı beğeniyor, onunla vakit geçirmekten hoşlanıyor ve seks yapmak istiyorsanız bunun adı benim lügatımda "bir ilişki içerisinde olmak"tır. gavur bunun yolunu bulmuş, "I'm seeing someone" diyor geçiyor. olayı sevgili ya da "exclusive" olma boyutuna taşıyan tek farklılık, bütün bu yaptığınız aktiviteleri başka biriyle yapma isteğinden vazgeçip tek eşlilik yemini etmek. sene olmuş 2010 benim hala tek eşlilik kafası yaşıyor olmam zaten baştan can sıkıcı da, daha da can sıkıcı olan bu tek eşlilik öncesi tüm koşullar yerindeyken, tek eşli olma fikri de alerjik reaksiyonlara yol açmıyorken olay adını "sevgiliyiz" koymaya gelince götü üçbuçuk atmaya başlayan erkekler. adımız sevgili konulunca birdenbire bebek odası takımı bakmaya başlamamıza yol açan bir gen bulundu da bana söylenmediyse üzülürüm; yok bu tip erkekler yine karşısındakinin zeka ve ilişki birikimi seviyesini tartamayıp kendi kafalarında oluşturdukları genellemelerle tüm kadınlara aynı davranma yolunu seçtilerse de kadın atalarımızdan kalan güzide bir sözü hatırlatmayı borç bilirim: kaldıramayacağın sikin altına yatmayacaksın.


Monday, September 13

bir hürriyet yazarıymışımcasına sırbistan notları

spor: ben sırbistan'daki spor düşkünlüğü dediğimde insanlar "bizde de basketbolla yatıp kalkıyor insanlar bu ara", "bizde de futbol popüler" falan diyorlar da bizim düşkünlüğümüz bu insanların yanında devede kulak arkadaş ben böyle bir şey görmedim. her evde bir spor kanalı açık, sutopu maçına kadar izliyor adamlar. zaten gelinin rahmetli dedesi adına turnuvalar düzenlenen, efsane partizan ve milli takım antrenörü çıktı, ben daha onun hikayelerini dinlemeyi bitirmeden eve bir çocuk geldi meğer 1. lig topçusuymuş david beckham'ın sırbistan şubesi, düğüne gidiyorum 80li yıllarda altay'da oynamış bir futbolcu "başarılar dilerim" diye yanıma gelip kartal dövmeme bakıp beşiktaş falan diyor düşünün içinde bulunduğum ruh halini allahım sana geliyorum dedim taşınıyorum bu ülkeye dedim; fikrim bir sonraki maddeyle birlikte değişti.

kızlar: cuma akşamı dillere destan sırbistan gece hayatını keşfe çıkıp nehir üzerine kurulu klüpler arasından sindikat'a girmemizle 'kadın' sözcüğünün yerine kullanılabilecek yeni bir kelime arayışlarım başladı. çok net söylüyorum, oradaki en ortalama kadını alıp türkiye'ye getirsem mekanda herkes erekte olur. hakkını vermek lazım sırp erkekleri de (benim tanıştığım 5inden 4ünün adı makus talihim eseri 'marco' da olsa) beklentilerimin oldukça üzerinde çıktılar ama kadınlar bambaşka. resmen bunalıma girdim, bir başkadır benim memleketim şarkılarıyla avundum. bir daha türk erkeklerinin çirkinliğinden şikayet edersem iki olsun, canım ülkemde çirkin erkekler arasında ortalamanın üzerinde giderli kadın olmakla yetinmeyen bünyeme ders olsun.

belgrad: normal turistik avrupa şehirleri ve türkiye ile karşılaştırıldığında oldukça ucuz bir yer, en 'fancy' mekanda bile içkiye türkiye'den az para veriyorsunuz. ben oradayken hava kapalı ve yağmurluydu ve belgrad o havada çok güzel gözüküyordu. zaten bence bir şehrin güzelliği kasvetli havada anlaşılır, zira hava günlük güneşlikken her yer güzel gözükür de marifet kendine griyi yakıştırabilmektir ve ben ankara'dan sonra bunu başaran bir budapeşte görmüştüm şimdi bir de belgrad gördüm. siz de gidin görün.

maç: kim derdi ki ankara dışında (o da sayılmaz) deplasman tribünü görmemiş bünyem misafirken galibiyet keyfi yaşamak nedir sırbistan'da anlayacaktı. maçın başladığı dakikalarda düğünün yarısı lobiye doluştu ve maçı izlemeye başladık, herifler önde gidiyor ben sessiz sessiz oturuyorum ama herkes benim damadın türkiye'den arkadaşı olduğumu bildiği için basket oldukça dönüp "sorry" falan diyor, ben sadece oturduğum yerden "it hasn't finished yet" diyorum sakin sakin. böyle akıllı uslu giderken piçlerden biri öğrendiği 3 türkçe küfrü sallamaya başladı mı. hayır "amcık" ve "orospu çocuğu"nu öğreten zihniyeti anlarım da allahın sırpına "sikimi yala"yı öğreten türkü bir bulsam bak neler yapıyorum. bende sinir katsayısı arttı tabii, geçtim en arkaya oradan izliyorum maçı derken son saniye ve göt olan bir lobi dolusu sırpın arasında zıplayan bana düğünün yapıldığı otelde konaklamakta olan küba milli voleybol takımı oyuncularının garip bakışları. küfürbaz piçe "who's the orospu çocuğu now?" repliğimle pekişen zafer duygusu. işte öyle bir şey.

dönüş: tatilden dönenlerle hacdan dönenlerin buluşmasına eklenen kötü hava koşulları ve rötardan başka anons yapamaz hale gelen türk hava yolları da, 2.40ta kalkması gerekirken 4'te kalkan sırbistan uçağı, 7.10da kalkması gerekirken 11.45te kalkan ankara aktarması da koymadı hacdan dönen çarşaflı teyzenin telefonda "pilot uçağı özellikle indirmedi ki oy kullanmaya yetişemeyelim" zihniyeti kadar. beyninizi sikeyim desem ne o katlardan aşağıya ulaşabilirim ne de sonunda sikilecek bir beyin bulabilirim. aysun kayacı misali "neden oyumuz bir" serzenişinde değilim de aynı oksijeni tüketiyor olmak acı.

Tuesday, September 7

sırbistan

yıllar önce avrupa ve akdeniz gençleri arasında kültür alışverişini ve gençleri dünya meselelerine vakıf hale getirmeyi amaçlayan derneğimizin aktiviteleri kapsamında pek çok ülkeden insanla tanıştığım günlerin birinde, kafamızdaki 'güzel kadın' algısı mahalle baskısıyla rus olarak kodlanmışken sırp kızlarla tanışmış, "bunlara kadın deniliyorsa bizim için başka bir isim bulmanın vakti geldi" demiştim. o günden itibaren netim, bana göre italyan erkeği ne ise sırp kızı da odur. şimdi o sırp kızlarından birini gelin almaya ve bu yargımın sadece kendi tanıştıklarım yüzünden mi olduğunu görmeye -ki google'a serbia yazdığınızda verilen ilk önermenin serbia girls olması öyle olmadığını gösterir gibi- sırbistan'a gidiyorum. allahım sen egomu koru.

Saturday, September 4

Tom Hardy

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 32





Ellen Page

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol. 22



Friday, September 3

kalenderschal

voodoo girl's "bunu yapan insan olamaz" series vol. 14
hastasıyım yaratıcı takvimlerin.




Monday, August 30

ipimle kuşağım sikimle taşağım


kadının mal, bekaretin namus, evliliğin ahlak olduğu güzel toplumumuzda bu üç saçmalığı birden potasında eritmeyi başaran bir âdet var malumunuz; evlenirken gelinliğin üzerine kırmızı kuşak bağlama. dün alp de twitterda mevzuyu "kırmızı kuşak diye bir şey var memlekette. gelinlere takılıyor. "test ettik onayladık, sikilmemiş; tepe tepe sikebilirsin" anlamına geliyor. kadına nasıl bir hayvan muamelesi yapıldığının net tezahürü. bunu ahlaktan sayan adamın kafatasını sikeyim ben" diye atarına kurban bir halde ele alınca ülke olarak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde mevzuya el atmam kaçınılmaz oldu. gelenektir, görenektir, kökenimizdir diye kuşak bağlama seremonisini sürdürmek isteyenlere teklifim kuşak renginde revizyona gitmek. madem seksin evlilik öncesi yapılıp yapılmadığı düğüne çağırdığımız herkesi ilgilendiren bir mesele, o halde daha ayrıntılı bilgilendirme sağlayacak, takılacak kuşağın renginin sekste deneyime göre taekwondo usülü belirlendiği bir sisteme geçiş yapmak en güzeli olacaktır. şöyle ki:

BEYAZ KUŞAK (Masumiyet): Temizlik, saflık, hiçbir zararı olamayan,masumiyet gibi anlama gelir.Taekwondoya ilk başlayan ve taekwondo hakkında hiç bir ön bilgisi olmayan sporcular takarlar. (bakire)

SARI KUŞAK (Kök Salmak): Yere atılan tohum nasıl bir süre sonra sürgün verir kök salar ve dünyaya merhaba derse , sarı kemere geçen bir sporcuda artık taekwondo dünyasına kök salmış , prensiplerini öğrenmiş ve gelişmeye hazır duruma gelmiş demektir. (seksi merak ediyor, ilgisi var)

YEŞİL KUŞAK (Sürgün vermek): Sürgün vermek, büyümek anlamındadır. Taekwondo sporunda kişi artık taekwondo ile ilgili beceriler kazanmaya başlamıştır. (eline alıyor)

MAVİ KUŞAK (Gelişmek): Göğe erişmek anlamındadır. Sürgün veren ağaç nasıl bir süre sonra gelişimi tamamlar ve uzayıp görkemli bir ağaç olursa, taekwondocu da artık gelişimini tamamlamış, temel teknikleri öğrenmiş yavaş yavaş olgunlaşmaya başlamıştır. (ağzına da alıyor)

KIRMIZI KUŞAK (Tehlike): Kırmızı kemerdeki bir taekwondocu artık dikkate alınacak bir yapıya sahiptir.Kendisine saldıran rakiplerini uyaran ama ikazını dinlemeyip üzerine gelen muhaliflerini kolayca bertaraf edecek yapıdadır. (yeni verdi çok azgın)

SİYAH KUŞAK (Olgunluk): Taekwondoda olgunluğu ve profesyonelliği temsil eder. Tehlikelerden çekinmez ve korku bilmez bir karakter yapısını içerir.Siyah kemer takınan sporcu hem fizikman mükemmel bir estetiğe ve ruh hali olarak toplum ahlak kurallarının zirvesinde bir kişiliğe ulaşmış demektir. (ters domaltıp düz sikebilir)

Wednesday, August 25

If we’re in love we should make love

one night stand ya da takılmaç kavramıyla ilgili bir problemi olmayan, 'sadece seks' diye bir şeyin varlığına inanan ve o yönde yaşamak konusunda onun bunun lafıyla uzaktan yakından alaka kurmayan kadınlar olarak günün birinde 'sevdiğimi sikemem, siktiğimi sevemem' diye adlandırdığımız hanzo erkek hastalığının bir seviye üzerinde bir hissiyatla baş başa kalacağımız konusunda uyarılmış olsak bir şeyleri değiştirmek adına bir adım atar mıydık bilemiyorum, ama ben şahsen bu aralar bir garip hallerdeyim. bir gece önce uzun vadede gerçekten hoşlanabileceğime inandığım adamla fırsatım olmasına rağmen sevişmeyip ertesi gün de kız ortamında "siz onunla yatmamıştınız değil mi?" sorusuna başka bir arkadaşım tarafından verilen "yok ya çünkü ben ona gerçekten değer veriyorum abi" cevabını duymam sonrasında 'bir şeyler hissettiği adama hemen verememe' şeklinde nitelendirdiğim bu hissiyat önceleri "ulan konuşup duruyorum da ben de mi acaba sekse sandığımdan daha fazla anlam yüklüyorum?" korkusu yaşamama sebep oldu ancak sonra tabii ki kendimle çelişmemi engelleyecek daha mantıklı bir açıklama buldum: seksi skorla özdeşleştiren ilişkilerin sayısı artıp seks yapılan insanlar hayatta bir günden fazla yer etmemeye başlayınca, ister istemez seks ve seks yapılan insan 'tüketilecek madde' konumunu alıyor ve tüketilmek istenmeyen insanlarla daha sıkı bağlar kurmadan yatağa girmeye insanın eli ayağı ve vücudunun diğer bölgeleri gitmiyor. paylaşımlar arttıkça o insanla yapılacak seksin beklentisi artıyor, hisler arttıkça başka insanlarla alelade seks de yapılamıyor; yani mecazi anlamda siki tutup gerçeğine yaklaşamadığımız günler geliyor. tehlikenin farkında mısınız?

Tuesday, August 24

Rain Level Boots

modaya çıktı diye bin tane çeşidi rengi çiçeklisi böceklisi geldi şu yağmur botlarının güzide ülkeme de şunun gibi orjinal fikirlisi gelmedi ya ben ona yanarım arkadaş. olsa da giysek.

regina regis

Tuesday, August 17

ugly or pretty, it's still my city

opticlox
kutsal topraklara ayak bastım ve huzuru buldum. havasını ayrı, yerini ayrı sevdiğim ankarama döndüm. her yeni insanla tanışıp nerelisin muhabbeti döndükten sonra kaçınılmaz olan karşı tarafın ankara'ya bok atması - benim sevdiğimi söylemem - karşı tarafın buna şaşırması - benim sebeplerimi açıklamam ritüeli bu yaz da başımdan eksik olmadı elbette ama ben artık yoruldum. diğer şehirleri değil, ankara'yı sevmek için yüzlerce mantıklı sebebim olmasına rağmen sevgiyi mantıklı sebeplere bağlama gayretinden yoruldum. 'ben seviyorum' noktasında bitmesi gereken tartışmaların gereksiz karşılaştırmalarla uzamasından yoruldum. ankara'ya adım attığımda hissettiğim sevinç duygusuyla anladım ki şu hayatta aşık olduğun iş + şehir + insan kombinasyonunun önünde durabilecek hiçbir şey yokken ve benim şehir hanem cepteyken sözlerin kifayetsiz kaldığı noktadayım. daha kifayetli bir anlatım için alp'e, sevdiğiniz şehirde yaşama şansından mahrum olmamak için de allah'a başvurabilirsiniz.

Sunday, August 15

seni çözmek için altyazı lazım


hep söylerim, her türlü kadın - erkek ilişkisinde sorunlar oluşmasının en büyük sebebi kanımca iletişim problemleridir. ilginçtir, "bir insanda aradığım en büyük özellik dürüst olması" ekolü bir milletin çocukları olmamıza rağmen böyle ikili ilişkilerde dürüstlük pek sık başvurduğumuz bir yöntem olmuyor. bunun en büyük sebeplerinden biri hemcinslerimin adının 'oyun ve hesap peşinde'ye çıkmış olması, ki elbette bu imajın oluşmasına yardımcı pek çok hemcinsim var kabul etmek lazım. yalnız bana göre o hiç oyun yapmadığı, net olduğu iddia edilen erkek cinsinin de birinci vazifesi o tip kızlarla gerçekten kağıtlarını masaya koymasını bilen kızları ayırt etmeleri ve ona göre davranmaları.

ortalama kız tipinden yola çıkarak hal-tavır kararı veren erkeklerin bana sıkıntı vermesindeki sebep, default bir davranma biçimi geliştirip her türlü kıza aynı muameleyi yapmaları. bana göre artık bazı şeyleri aşıp rahat yaşama noktasına gelindiyse -toplumca olmasa da en azından ikili düzlemde- erkekteki "ben seni tek gecelik bir ilişki olarak görmüyorum" mesajı veren hareketler oldukça kolpa ve sinir bozucu. görüyorsun, ve ben de seni öyle görüyorum, o zaman neden "bir kızı yatağa atmanın tek yolu onunla bir ilişki düşündüğün izlenimini vermek ama yattığınız geceden sonra onu hiç aramamak" öğretisinin köpeği oluyorsun be adam? inanın belli ölçüde kaşarlanmış olduğundan bu numaraları yemeyen kadınlar bu muameleyi gördüklerinde sinirlendikleri şey bir ilişki yaşamamak değil aptal yerine konmak oluyor, o her şeyin farkında olmasına rağmen karşısındaki erkeğin kendisini kandırarak yatağa attığını düşünmesi belli bir sosyal zeka seviyesinin üzerindeki kadında sinir bozukluğu yaratıyor, kendimden biliyorum. kadınların sürekli bir iş çevirme modunda olması, söyledikleriyle aslında söylemek istediklerinin hiç aynı olmaması, her hareketlerinin çok hesaplı olması gibi şikayetler hemen her erkeğin diline pelesenk olmuşken kendilerinin seks yolunda her türlü karaktersizliği mübah görmelerini ben şahsen anlamıyorum.

bu tip mevzuları konuştuğum arkadaşlarımdan bazıları bu sıkıntımı dile getirdiğimde özetle benim insanları kategorize etmeyi çok seven bir yapım olduğu için herkesten bunu beklediğimi ama insanların robot olmadığını, bir erkek bir kızla tanıştığında 'tek gecelik kız davranışı' ya da 'uzun ilişki kızı davranışı' şeklinde bir chipi vücuduna yerleştiremeyeceği için aslen nasıl bir insansa karşısına çıkan kadına da o tavırla davrandığı ve kadının hangi statüye koyulacağını da zamanın gösterdiğini falan söylediler. düşündüm biraz, haklı olabilirler. yalnız ben erkeklerin çoğunun o kadar masum olduğuna inanamıyor, o hareketlerin altında "ben buyum, böyle davranayım bakalım nereye gidecek" zihniyetinden ziyade o gecenin skorunu garantiye alma zihniyetinin yattığını sanıyorum. gol olduktan sonra topun elle kazanılmış olması futbolcunun şerefsizliğini gören taraftarın nefreti dışında bir sonuç yaratmıyor malum, gol yine gol. dolayısıyla ben hala dürüstlüğünden ödün vermeyip o gece elini sikme riskini göze almaktansa karakterinden ödün verip her koşulda karı kaldırmaya çalışan erkeklerin sikinin kalkmadığı bir dünyada yaşamayı hayal ediyorum. allah büyük.

ayda yılda bir olsa da muhakkak ara

1. dedelerinin yediği insan eti: yemiyor da ovalıyorlar şuradan izlenebilir.

2. 14 yaşındakine kıza sex sex sex küçücük kıza sex 14: histerik sapık yaa defol git blogumdan.

3. animal sex in daha iyisi: google'a bir sitemdir bu, "önceki gösterdiklerini beğenmedim daha iyisini istiyorum" diyor.

4. avrupada yayılan kız arkadaşı ile milletin ortasında sikme: avrupa'nın bu gelişmişliğine hayranım azizim kızlar hem kendileri teklif ediyor hem milletin ortasında sikişiyor işte medeniyet bu cCc.

5. belgesel çiftleşmeleri kadınlarla porno tv: google'a yazacağına discovery porn diye kanal kursa bu adam şimdiye zengin olmuştu.

6. bjk sevisme vodoo: iyi dileklerinizi eksik etmeyin lütfen oluşturduğumuz sinerjiyle beşiktaşlı bir futbolcuyla sevişme hayalimi gerçekleştirebileceğimize inanıyorum.

7. kadınların götten sikilme oranı yüzde: adam istatikçi beyler, şansını hesaplayacak.

8. key hesapları ne oldu be amına koyduklarımın: isyanına kurban.

9. maykıl ceksın ruhu evlere geliyormu: o ne lan manikürcü çağırıyor sanki.

10. voodoo kısa anlatımlı: özet geç piç diyorsun da ben uzun cümlelerimle varım bebeyim.

Friday, August 13

öğretmenlik çok rerörerö


ilkokuldayken "büyüyünce ne olacaksın?" sorularına yalandan değil anneme özenerek "öğretmen" dediğim günden sonra düşüncelerim değişmeyince, lisede matematiğe kafam basıyor olmasına rağmen dil seçmekte ısrarcı olmuş ve sırf ingilizce öğretmeni olabilmek için üniversitede dil bilimi bölümünde okumuştum. malum eskiden öğretmenlik çok saygı duyulan bir meslekmiş ancak zamanla, kanımca büyük ölçüde "hiçbir şey olamazsam öğretmen olurum"cuların eseri olarak, pek kaale alınmayan ama her ortamda "öğretmenlik de kolay yeaa, zaten kadın için ideal meslek" replikleriyle karşılanan bir meslek haline geldi. neresi kolay arkadaşım? işbu yazıyı yazma sebebim bu düşünceye sahip olanlara -elbette kendi contextimi baz alarak- çemkirmektir, baştan söylüyorum.

öğretmenliğin 'kebap iş' olarak addedilmesinin ana sebeplerinden biri erken biten mesai saati. benim şu an okuldan en geç çıktığım saat 16.30, sınav günleri 17.15. yalnız insanların anlayamadığı şey, okuldan çıktığım an işimin bitmiyor olması. mutlaka okunacak kağıtlar, ertesi güne hazırlanacak dersler, kontrol edilecek ödevler vs oluyor. dolayısıyla iş yeri sınırlarından çıkıyor olmak işiniz bitti demek değil. ikinci sebep "amma çok tatiliniz var yeaa". benim şahsen yazın 1 ay tatilim var, dolayısıyla tüm öğretmenleri devlet okulundakiler gibi 3 ay tatil yapıyor zannetme işini bir bırakalım. insanlarda öğrenciler tatile çıktığı an hocalar da tatile gidiyor gibi bir anlayış var, onu da bırakalım. yıllık izni genelde 1 ya da 2 hafta olan insanlar için elbette 4 hafta uzun bir süre, ve bizim okul dönemi içinde de farklı tatillerimiz oluyor evet ama işin psikolojik yüküne bakıldığında "ooh amma tatil yaptınız"lık bir durum yok.

herkesin işi zor bittabi, en klişe söylemle iş kolay bir şey olsaydı üzerine para vermezlerdi. yalnız sadece fiziksel koşullara bakarak öğretmenliğe kolay meslek demek biraz ayıp etmek oluyor. ben, hayatımda kötü ne olmuş olursa olsun her gün o sınıfa güler yüzle girmek zorundayım. hafta içi içkiyi biraz fazla kaçırıp hangover halde ofise gitme, kahvelere gömülüp bilgisayarın başından kalkmama gibi bir lüksüm yok. ben işimi kötü yaparsam birkaç hesap karıştığı için patronumdan azar yeme derecesinde değil, bir insanın hayatıyla oynama derecesinde hata yapmış oluyorum. 18 yaşında, üniversiteye yeni başlamış, karakterini yeni yeni oturtan çocuklara ister istemez rol model olma durumundayım. sayı-harf-hesap değil uğraştığım şeyler, insanla uğraşıyorum. eve iş getirmek sadece laptop başında saatlerce yazı yazmak değil benim için, çocukların tüm sorunlarını da 7/24 beynimde taşıyorum. hayatınızda çok idealist öğretmenler görmemiş, böyle deneyimler yaşamamış, etrafınızdaki öğretmenlerden bu söylediklerimin aksini duymuş olabilirsiniz; yalnız ben birilerine bir şey öğretmenin bir insana verdiği gücün ve yüklediği sorumluluğunun farkında olan bir öğretmen olarak "öğretmenlik de kebap iş yeaa" lafını artık duymak istemiyorum.   

Thursday, August 12

nobran?!


rus turist misin futbolcu musun arkadaş bu ne?

Tuesday, August 10

kimler geldi kimler geçti

hiçbirisi hasretini gidermedi


bugün doğum günüymüş, bay kerahet uyandırdı.
hüzünlere gark olduk.

Monday, August 9

huzur alaçatı'da (capsli)


tatile gidip kumsal fonlu ayak fotosu çekmeyen blogger olamaz

dostum denizorbay ile çıktığım alaçatı tatili dün sona erdi fakat öğretisi baki: erkek yok, huzur var. bir kere alaçatı doğası itibariyle huzur yuvası bir yer olduğu ve biz adaçatı konuk evi gibi duvarlarından huzur akan bir yerde kaldığımız için tatile 1-0 önde başlamıştık. üzerine her gün başka sahil, her akşam başka balıkçı, internetten uzak günler derken kendimi aştım nirvanaya ulaştım; 10 günün ortasında kaşındığımız, tabii ki ağzımızın payını aldığımız, sonrasında polis çevirmesinden dertlerimizi anlatarak kurtulmayı başardığımız gece dışında sorunsuz ve muhteşem bir tatil geçirmeyi başardık. ruhum mutluluktan uçadursun bedenim alışılmış "noluyor lan burası ankara değil?!" tepkisini vermeyi ihmal etmeyerek güneş pıtırcıkları türetti. zaten beyaz insanın 2 adet tatil çilesi vardır; biri güneş alerjisi diğeri de tatil dönüşü gördüğü her insanın "aa hiç yanmamışsın?" demesi. ayrıca bozkırkurdu olduğum için bir süre sonra denizden de midem bulanmaya başladı. zaten şu hayatta en sevmediğim şeylerden biri yüzmek sanıyorum, hele denizde altından ne girecek üzerinden ne çıkacak belli değil. zaten ben balık olsam büyük ifrit olurdum, düşünsenize birileri evinize gelip salak salak hareketler yapıyor, birtakım motorlu ve plastik aletlerle dolaşıp duruyor üzerine bir de işiyor üstelik arkadaşlarınızı falan yakaladı mı da yemeden bırakmıyor. bunlar bence çok ayıp şeyler. sonuç olarak yaya'da kokteyllerle başlayıp babylon'da nouvelle vague konseriyle sona eren 10 günlük alaçatı tatilim ve internet detoxum bana hem aradığım huzuru, hem de şu hayatta nelerle ilgilenip neleri artık hayatımdan çıkartmam gerektiğinin cevabını verdi. herkes sıcaklardan şikayet ederken biz gayet rüzgarlı ve serin günler geçirdik, çeşme ve özellikle alaçatı o açıdan da çok iyiydi. bana göre bölgenin 2 önemli sıkıntısı var, biri istanbul'dan gelen mekanların işgali ki izmirli arkadaşların çeşme faşistliğini daha iyi anladım; diğeri de taksilerin pahalılığı. biz durumu bildiğimiz için araba kiralayıp rahat rahat gezdik ama taksiye bindiğimiz tek bir akşam ödediğimiz ücret -ki kendisi benim ankara'dan izmire gitmek için uçağa ödediğim paradan daha fazlaydı- bana gösterdi ki bir çeşme'de arabasız takılmak bir de nasıl kimse o taksi ücretlerine müdahale etmez anlamak mümkün değil.


no 35 - adaçatı konuk evi

bir amme hizmeti olarak daha spesifik olmak ve hürriyet yazarı edasıyla çeşme'de ne yapılır ne yapılmaz bilgisi de vermek isterim bu noktada. bir kere yaşınız küçükse yaşadınız, gittiğim dönemle mi alakalı bilmiyorum ama "13 yaşındayız ve çeşme'deyiz" ekibi hep etraftaydı, üstelik erkekleri gol yemem surf yaparım kızları elite model look finalisti. illegal olduğu için biz bulaşmadık. 'gündüz olsun denize gidelim' kontenjanında favori funbeach, ya da geçen seneki ve bizim hala kullandığımız adıyla kumbeach. denizi, ortamı, müzikleri, yemekleri komple güzel. aynı bölgede (çiftlikköy) daha sakin bir alternatif isteyenler için okan's place ideal. aya yorgi'de tartışmasız en güzel işletme babylon, harika ortam ve müzik. bir sonraki alternatif shayna olabilir fakat belli bir saatten sonra bodrum beach club müziklerine dönüyor ve kaçarak uzaklaşmak gerekiyor. zaten o koyda bir sürü işletme olması felaket olmuş, müzikler birbirine karışıyor ve sizin belli bir beach'i seçmiş olmanızın bazı noktalarda bir anlamı kalmıyor. 'gidip de vaktinizi harcamayın' mekanı ise seaside, çok popüler olmasına rağmen çeşme'ye yakışmayan kırolukta, saçma sapan müzikli ve kafeteryadan bozma restaurantlı bir beach. ılıca plajları da gereksiz çünkü deniz iyi değil; ılıca'ya gitmek için dost pide, veli usta dondurması veya ılıca hotel'de masaj keyfi sebeplerinden birine sahip olmalısınız yoksa gereksiz.


babylon'da "blog için foto çekelim" pozu

'yemeklerimizi nerede yiyelim' sorusuna verilecek pek çok balıkçı cevabı var ama benim favorim dalyan'daki balıkçı hasan oldu. alaçatı içerisinde sakin mekan isteyenler için agrilia güzel bir seçim, o bölgede olup da ılıca dost pide'de yemek yemeden döneni de dövüyorlarmış. 'yemeğimizi yiyelim yanında bir drink alalım' diyenler içinse çeşme marina güzel alternatif, orada da monk by babylon takdirimizi topladı. meydandaki kalabalığın hem içinde hem dışında olduğunuz sailors orta kahve alaçatı içinde güzel içki fırsatı veren bir diğer mekan. geceye çılgınlar gibi devam edelim diyenler için ise alaçatı içinde yaya kokteylleriyle ilgi çekiyor ama 2 civarı kapanıyor. paparazzi canlı müzik ve rock konseptini oturtmaya çalışmış ama ben pek tutmadım, maddi kaygılarla çok genele hitap etme yoluna gitmiş ve ortaya piyasa playlist çıkmış. ayrıca rock konsepti mekanda desk/bistro rezervasyonu ve şişe açtırtmak nedir türk gencinin olur olmadık yerde param var onu göstermeye çalışıyorum halleri beni benden alıyor. haftasonu alternatifi makah beach (alaçatı 11) sonrası riders çeşme'deki tüm gençler tarafından bilinen ve uygulanan bir rutin, ben de riders'ı tuttum oldukça hem müzik hem mekan güzeldi. güzel konser olduğu müddetçe pas geçilmeyecek bir başka mekan ise tabii ki babylon aya yorgi.


marina'da "ulan şu teknelerden biri bizim olsa" pozu

kıssadan hisse alaçatı gece hayatına doymuş, huzur arayan bizlere ilaç gibi geldi ama tatile başka motivasyonlarla çıkanlara söz vermiyorum. ha biz de gelirken bir gaza geldik sörf yeri dediler oc izmir dediler falan da sonra girmedik o işlere, o yüzden oradan yollu tavsiye veremeyeceğim. tatil sekssiz de güzel, benim bu tatildeki en kıymetli dersim budur.



yeter