Friday, February 27

sabrina heart alicia


bundan tam 4 sene sonra liz yine fotodaki funky gözlüklerini takacak, ben yine carrie topuzu yapacağım ve sex and the citynin '20something girls vs 30something women' bölümünü gururla izleyeceğiz.
oylamayla iş başına gelen tek yakın arkadaş, ankara atatürk anadolu lisesi sıralarından blogger sayfalarına uzanan yoldaki büyük beşiktaşlı liz, küçüklüğünde 29 şubatta doğmuş olup 4 yılda bir yaşlanma hayalleriyle yaşasa da aslen bu gün dünyaya geldi.
kutlamak boynumuzun borcu.



(yarın da askerdeki arkadaşlar için mesaj geçeceğim blogda, isteklerinizi iletebilirsiniz.)

Thursday, February 26

aj

15 sene önce onunla tanışmasam, bu kadar gülmüş, bu kadar ağlamış, bu kadar şey yaşamış olmazdım. dost nedir bilmez, her ay 'kanka' değiştiren, girdiği ortama göre arkadaş yapan, çevresi kalabalık ruhu yalnız insanlardan olurdum. 15 sene önce onunla tanışmasam, ben ben olmazdım. işbu yüzden 26 sene önce bugün doğmuş olan kadim dostum aycan'ın doğumgününü kutlamak için en büyük aşklarından biri olan prens zuko'nun nihat doğan albüm kapağı kılıklı bir resmini buraya koymayı bir borç bilirim. eğer bu da onu güldürmeye yetmezse tek bir lafım var: gocuk.

Wednesday, February 25

semtimiz erkek semti


"Beşiktaş’taki esnafı gezip partisine oy isteyen Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış Beşiktaş’ta AK Parti seçim koordinasyon merkezinin açılışı sırasında esnafla gerginlik yaşadı. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın “Adamın biri Anayasayı atmıştı hatırladınız mı? Gecelik faizler yüzde 8 binleri bulmuştu” sözlerine tepki gösteren bir balıkçı, “Adamın biri değil eski cumhurbaşkanı” diyerek müdahalede bulundu."

Tuesday, February 24

you'll find me in the matinee

ülke sınırları dahilinde sinemaya gitmek, gnctrkcll kampanyalarına rağmen imkansıza doğru gidiyor - yetkililere serzenişim budur. 2 saat boyunca sessizce oturup karşıdaki büyük ekrana bakmak, gününün en uzun aktivitesi olarak bilgisayar ya da televizyon ekranına bakmayı seçmiş gençlerimiz için çantada keklik olmalı öyle değil mi? değil.

cep telefoncular: cep telefonlarını açık bırakanlardan sola dönün, utanmadan açıp konuşanları bulacaksınız. ama bu tip ayılara genelde nadir rastlanıldığından benim cep telefonculardan kastım film sırasında mesaj atanlar. bir işin ses çıkartmadan yapılıyor olması onun dikkat dağıtmamasıyla aynı anlama gelmez. sağımda solumda yanan ışıkları gördükçe bu tiplerin kafalarını perdeye sokup toplumsal mesaj vermek istiyorum.

tekmeciler: arkadaşım allah aşkına bana söyle boyun kaç cm olabilir? maksimumda yani. kabul ediyorum koltuk araları dar ancak kıpırdamadan, bacak değiştirmeye çalışırken (bacak bacak üstüne atan erkekler silkelenin ve kendinize gelin) öndeki koltuğu tekmelemeden 50 dakika duramıyor musun, götünde kurt mu var? cevabın evetse tekmeleme için kullandığın bacağı bahsi geçen göte sokarak ikimizi de kurtarabilirsin dostum oh yeah.

komikçiler: bunlar perdede olan olaya herkesin duyabileceği ve kendilerince komik olan bir yorum yapıp sempati toplama peşindeki ezikler oluyor. burhan karakterini indigoda görüp kemal sunal sırıtışıyla "beni beğenmiyor musun?" diye soran gençler (yaşanmıştır), var mısın yok musuna katılan cem yılmaz hamdi beyi bulmak için stüdyonun iç kısımlarına doğru ilerlerken "ışıklardan sağa dön" esprisini yapıp cem yılmazı güldürebileceğini zanneden ve (başarabilse) bunu hayatının en büyük başarısı sayıp "oğlum adama türkiye gülüyo o da bana güldü" şeklinde anlatacak olan o köşede oturan çocuk (izlenmiştir) falan hep bu tipe bürünüyorlar sinema salonlarında. burdan o arkadaşlara seslenmek istiyorum: kızlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanabilirler ancak bu tiplere 'vermeleri' için daha fazla şeyler gerekir.

geç.gelenler: hahahahaha önce kendi göndermeme bir güleyim. efendim bunlar adlarından anlaşıldığı üzre "aaabiiiii filmin ilk 15 dakikası reklam zaağteeen" kafasıyla filmin 5. dakikasında içeri giren tiplerdir. bu tipleri besleyen terbiyesizler, hala yapan var mı bilmiyorum ancak filmin seansının yanına asıl başlama saatini yazan salon işletmeleridir. sinemada film izlemenin bence ekranın büyük olması dışındaki en güzel kısmı zaten elinde patlamış mısırın kolan reklamlar da dahil olmak üzere bütün ritüeli yaşamaktır. tam konsantre olmuşsun pıtı pıtı salona giren ve konsantrasyonunun içine eden insanların da allah belasını versindir.

son söz olarak normal sinema salonlarını sevişme mekanı olarak kullanan çiftlerimize özel '2 film birden' salonları uygulamasını başlatacak olan belediye başkanına yerel seçimlerdeki oyumu satmayı teklif ediyorum. böyle de halkçıyım.

bingo softlarda boğulasın

önceden duyurduğu yayın saatlerine sadık kalan tek televizyon kanalının cnbc-e olmasından daha üzücü bir televizyon hadisesiyle burun buruna geldim geçtiğimiz günlerde.
şöyle ki:

bu aralar böyle bir ali atıf bir modunda takılıyorum o reklam senin bu reklam benim diye ancak yukardaki manzaraya sessiz kalamadım. "artık parfümüm free shoptan değil bingo softtan öyle mi?" diyor hanım kızımız. 'zamane' annesi de "bana bunlarla gel" diyor. slogandaki zekayı kes. yurdum çocuklarına (genç demeye dilim varmadı) ulaşma yolu olarak bu cümleleri seçen reklamcılar mı, bu kızın dizisini izleyip 'selena ablanın msni' ya da 'selena 31 malzemesi' (yaşanmıştır) aramalarıyla google'ı meşgul eden kitle mi, tek bir reklam için 100 milyar teklif alan (kuşlar söyledi) ve hatta reklamın imajına nasıl bir etkisi olacağını günlerce düşünüp de karar veren nan na na na se.le.na mı çemkiriklerimden nasibini alsın bilemiyorum; ucuz diye pegasus kullansam da thy'nin 'feel like a star' reklamıyla avunuyorum.

Saturday, February 21

when I was your age, I was dumb too


hangimiz normaliz bittabi ancak ben küçükken gerçekten garip bir çocuktum. hayatımı sürekli birileri gözetliyormuş, ne bileyim bbg evindeymişim falan gibi yaşardım. yürüyüş, konuşma, tavırlar hepsi planlanmış, belli bir amaca yönelik olurdu. ilkokuldayken her sabah o gün nasıl bir modda yaşayayım diye düşündüğümü ve ona göre davrandığımı bilirim. yeşil gözlü olmanın seni diğerlerinden sıyıran bir özellik olduğunu ilk anladığım günlerde gözlerimi kocaman kocaman açıp bunu herkese göstermeye çalıştığımı hatırladığım günden beri gülüyoruz arkadaşlarla. bu kendini beğenmiş, "I am the king of the world" hallerim yaşım ilerledikçe devam etti ancak bu durumdan şikayetçi olduğumu söyleyemem. 'herkesin gözü üzerimde olmalı' triplerim kariyer seçimim de dahil hayatımın pek çok alanında bana yardımcı olmuştur, bir kötülüğünü gördüğümü söyleyemem. yalnız küçüklüğümdeki o 'şu an sahnedeyim ve herkes bana bakmalı' tribimin basit bir 'attention seeker'lık olduğunu geçen gün bir anda algıladım. olaya gel. kendini diğerlerinden farklılaştırdığını düşündüğün şey aslında en sıradan psikolojik vakalardan biri olan 'ilgisiz baba sendromu' çıkıyor.

bir gün bir sınavda "define irony" diye bir soru çıkarsa vereceğim cevap işte budur.

Wednesday, February 18

making bubbles with my farts

bir: diş macununun ortadan sıkılmasına inanılmaz sinir olan insanları hiç anlayamıyorum. ne olacak yahu o ortadan sıksın sen fırçalayacağın zaman dipten sıkar düzeltiverirsin eline mi yapışır iki kuruşluk macun için birbirinizi kırmaya değer mi hadi öpüşün barışın.

ki: kanallarının yerini bilmediğin bir televizyonda acilen bir kanalı açmaya çalışmak bence stresle ve baskıyla başa çıkma tekniklerinizi tanıma açısından güzel bir yöntem.

üçler: küçükken, evde annemin günü olduğunda, okuldan çıkıp eve gelirken evde bulacağım yiyecekleri düşünüp de hissettiğim o mutluluk duygusu bu yaşıma geldim hala hiç değişmedi. bir de temizlik günlerinde oluyor aynısı.

yaşasın türkler: şimdi ülkecek ne zaman gavurun teki türkçe konuşmaya çalışsa 'eki eki' şebekliğinde bir mutluluk hissetmemizi ezikliğimize ve başkalarına sempatik görünme çabamıza bağlıyorum tamam da, durum böyleyken azeri türkçesiyle dalga geçmek nedir kardeşim? hayır zaten hiç bir dile 'ilkel' deme gibi bir hakkı kimse kendinde bulamaz dilbilimsel olarak o ayrı da, dalga geçilen şey türkçenin yandan yemişi ya ben onu çözemiyorum.

dört: bu ülkede bazı köşe/dergi yazarlarının bulundukları yerlere nasıl geldiklerini anlamakta çok zorlanıyorum. sayıları sınırlı da olsa bazı blog yazarları çok daha müthiş yazarlar o durumda olsalar bana göre.

beş: yolda yürürken müzik dinleyen ve hatta sağına soluna aldırmadan dudaklarını da oynatan insanları takdir ediyorum (dogho kulakların çınlasın). bir bakışta anlayabilmek istiyorum onların dinledikleri şarkıyı, böyle kozmik bir bağ kurulsun aramızda istiyorum.

altı: tahtaya ödevi yazıyorum, zil çalıyor çocuklar cep telefonlarıyla resmini çekiyorlar ödevin. ofise geliyorum annem facebook bağlantılı bir aşk hayatı sorununu anlatıyor msnden. böyle gelgitler yaşıyorum gün içinde allahım sen bilirsin.

polonya battı:



hangi tarafımızdan vazgeçelim?

sevgili sabah gazetesi,
bu 'türkiyem ve insan mozaiği' temalı, 'türk - kürt kardeştir ayrım yapan kalleştir' tadındaki, vatan millet sakarya ve milli beraberlik duygularını harekete geçirmeyi amaçlayan reklamınızı hükümetin sözcüsü tayyibin göt öpücüsü bir gazete olmanız sebebiyle -kısa ve net- YEMİYORUZ. ayrıca madem sordunuz cevaplayalım: sizin taraftan.

Monday, February 16

bunlar kadınsa ben neyim?

ya ya ye cocojambo

tatil boyunca kendimi dış dünyadan, haberlerden falan mümkün mertebe uzak tuttum ki tam bir tatil havasına gireyim. bu yüzdendir ki deniz seki'nin kokainden yakalanma olayını dün duyabildim. "bak işte, yuva yıkanın başına bunlar gelir, gudubet kadın" falan tarzı yorumlar yaparak tribünlere oynamak ve seda sayan'a konuk olmak keyifli olabilirdi ancak benim bu mevzudan yaptığım çıkarsama daha çok "aaa inanmıyorum nasıl olur, çocuklarımıza kötü örnek, taşlayalım" tepkileri veren yurdum insanıyla ilgili. böyle bir tribimiz var bizim, zaten bildiğimiz bir şey ancak göz önüne çok açık bir biçimde konulunca tepki veriyoruz. tepki de gore cinsten, haysiyet abidesi kesilip tükürükler falan saçıyoruz etrafa. bakın terör olayları da böyledir (ciddi bir gazeteci imajı çizip magazinsel basından uzaklaşmaya çalışıyorum şu an). türkiye'nin doğusunda her gün kaç asker şehit oluyor, çatışmalar oluyor; ancak ne zaman bilmemkaç askerimiz şehit oldu diye arkada türk bayrağı ağlayan aileler haberleri tavan yapsın, insanlar eline bayrak alıp yollara dökülür. sanki bilmiyordunuz yıllardır orada neler olduğunu. ünlülerin de böyle uyuşturucu kafaları yaşadıkları aşikardır ancak kimse sesini çıkarmaz (kaldı ki zaten size ne). ama olay haberlerde falan bir duyulsun, ayıplamamak, laf etmemek olmaz. dostlar eleştiride görsün. işte ben böyle sürü psikolojisi çemkirmelere katlanamıyorum. hayatta herkesin bir duruşu olmalı ama mum duruşu değil.

Sunday, February 15

hoşuna mı gitti?

delicious elephant

bilenler bilir yandaki hatun kız micky green isimli bir şarkıcı. o saçları var ya o saçları. artık onlardan bende de var. tatilde oluşumu fırsat bilip kendimi attım cemciğimin kollarına (united - hoşdere caddesi) ve bu hale geldim. kendim diye demiyorum taş gibi oldum. bir de fantastiko ayakkabılar ve aksesuarlar satan, isim hakkı yüzünden 'chic' levhalarını 'lucky' olarak değiştirdiğini yeni gördüğüm mağazadan (tunalı pasajı ddt'nin yanı. istanbulda da galatasaray lisesinin ordan aşağıya doğru inen yokuşa ne deniyorsa işte orda) dünyanın en süpersonik tokasını aldım. oh mis. dikkat blogumda sanal reklam uygulaması var.

hayatımdan kesitler köşemizde dün süper bir gün geçirdim. yemişim valentini - bir takım arkadaşlar, alkol (kalın o ile), nada (o değil de onur baştürk ankaradaymış geçen haftasonu hiç söylemiyorsunuz) ve nihayetinde rumeli olarak özetlenebilecek gecemizde uzun bir aradan sonra sabahlara kadar sokaklarda gezme şevkimizi yeniden bulduk sevdiceğimle. daha bir iki sene falan olmaz ama zannediyorum.

yarın iş bugün önemli maç var. voodoo girl goes to bagno mio.

Thursday, February 12

the curious case of voodoo girl

bugün, mesai saatleri dahilinde çalışmadığım bir gün oluşunu fırsat bilip kadim dostum aycanı, hocalarımı ve okulumu görme amaçlı hacettepe'ye gittim. 'bizim zamanımız'la karşılaştırılınca bir pentagon havasına bürünmüş olan nizamiyeden içeri girerkenki neşemiz, arabayı edebiyata parkedip yıllarca inip çıktığımız o merdivenleri tırmanırken sessizliğe döndükten bir kaç saniye sonra olabilecek en kısa ve net şekilde "özlemiş miyiz?" diye sordu üniversite yıllarımdan yanımda olmaya devam etmesini gerekli gördüğüm nadir arkadaşlarımdan olan ebru. o an farkettik ki özlediğimiz şey hayatta tek derdimizin derse girip çıkmak, finallerden iyi notlar almak falan olması hali. ben şahsen lise yıllarının doğasından mı, atatürk anadolu'da okumuş olmamdan mı bilemediğim bir şekilde lise yıllarımı düşündüğümde gözümün önüne mutlu olduğum anlar geliyor; ama üniversite günlerimi düşündüğümde o hissi yakalayamıyorum. o an ebruyla ne kadar boş beleş bir 4 sene geçirdiğimizi bir kez daha konuştuktan sonra bölüme gidip sınıflara dalmak, bilgeliğimiz ve deneyimlerimizle yeni yetmeleri aydınlatıp kurtarabildiğimiz kadar deniz anasını kurtarmak istedik naçizane bir çabayla. ama yapmadık.

ne biz, ne de 4 sene önce bıraktığımız o yer bıraktığımız gibiydi bugün. şimdi kafam tamamen başka yerlerde bu satırları yazarken içime akan yaşlar 4 sene öncesine mi, arada geçen 4 seneye mi, 4 sene sonrasında geldiğim noktaya mı; yoksa Benjamin Button'ın "I hope you live a life you're proud of. If you find that you're not, I hope you have the strength to start all over again" öğüdündeki 'strength'e sahip olamayışımdan mı, bilmiyorum.

Wednesday, February 11

sen bak kendi derdine sana ne sana ne

özel hayata ne kadar meraklı olduğumuzu anlamak için, bir sosyolog edasıyla bbg ile başlayan ve benzerleriyle devam eden 'reality' programlara, ünlülerin hayatlarına falan düşkünlüğümüzü incelemeye gerek yok aslında. otele giriş yapıyoruz haftasonu, bir form verdiler dolduralım diye ana adı soyu sopu bilgilerini içeren. 'tanıştırayım, boyfriendim' dolduruyor. son kısımda odada sizinle beraber kalacak kişileri yazmanız istendiğinde, adı soyadı anası babası gibi olağan bilgilerin yanında son soru: yakınlık derecesi. size ne kardeşim? benim bilmediğim legal bir zorunluluk varsa bunu zaten başka türlü belgelemek gerekir, benim oraya yazdığımla mı olacak? ha zaten benim oraya yazdığımla oluyorsa ben şahsen sevdiceğime 'sex partneri' yazmasını öğütledim ancak kendisi iyi bir ailenin çocuğu olduğundan kabul etmedi. o formu okuyup da 'yakınlık derecesi: ruh eşi' yazısını görünce "aaay ne tatlııııı" diyecek resepsiyon görevlisi bilmiyor ki biz aslında sisteme karşıyız, anarşistiz, ateistiz, satanistiz.

Tuesday, February 10

Bradley Cooper

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol. 19



Brittany Daniel

voodoo girl's "women I would definitely do" series vol.10


celebrity fuck match

yatakta kötü olmasına çok şaşıracağımız ünlüler - vol. 4

Robert Downey Jr.

forever and ever

ama her seferinde de olmaz ki,
bir film adamı bu kadar etkilemez ki..

dağ kafası


kartalkaya'ya gidip yaptığı tek spor merdiven inip çıkmak olan tek insan olarak ntv tarih dergisinde yer almayı hak ettiğime inanıyorum. hayatımda hiç bir zaman kayak, board gibi 'kış sporları'na ilgim olmadı. lunaparkta gondola bile binemezken, ayağıma geçirdiğim bir takım modern kızaklarla dağların tepesinden, ağaçların arasından kayma riskini göze almam beklenemez bittabi. oralara gidip de muhteşem manzarayı ve karizmatik kayakçıları görüp gaza geleceğime inanan bir kitle vardı ancak ben kararımdan caymadım, "kayak yapmamamın 10 sebebi" listemi pekiştirdim.

benim için ilk sorun kıyafetler. bir kere o ayakkabılar ve pantolonlar altına yapmışsın gibi yürümene sebep oluyor. genelde kıyafetlerde bir sürü aparat olduğundan giyinmesi uzun süren ve zahmetli bir iş. kayak kıyafetleriyle tarz yaratmak olmayacak iş değil ancak pistte gözlükleri de takınca robocop gibi olduğundan ve tanınmak mümkün olmadığından ne kadar gerekli bilemiyorum. kaldı ki spor yapan ve taş gibi vücuda sahip bir insansanız neden bunu öyle kıyafetler altına saklamak istersiniz aklım almıyor.

ikinci sorunsa süre. yılda sadece belli aylar, o aylar içersinde de hava koşulları el verdiği müddetçe yapabileceğiniz bir spor. diyelim ki her koşul sağlandı ve piste çıktınız. liftlerle zirveye gitmek 10 dakika, inmesi 2 dakika. sürekli böyle yorucu bir döngü, o iki dakikalık inişlerdeki adrenalin ya da zevk duygusu için çekilir mi hiç denemediğimden empati kurmakta zorlanıyorum.

bütün bunların yanına harcanan paraları ve otelin sıcak lobisinden pistleri izlerken şahit olduğum tepetaklak düşüşleri de ekleyince kesin kararımı veriyor ve bu spor bana göre değil diyorum. tüm bunlara rağmen etrafta fakülteye girer girmez omuzlarına taktıkları resim çantalarıyla kendilerini van gogh sanmaya başlayan güzel sakatlar misali artist artist dolaşan kişiler görmek mümkündü tabii; "her hafta burdayız, ailecek kayak yapıyoruz ve mutluyuz" havaları. ben kendilerine dağ manzaralı jakuziden el sallamakla yetindim, uludağ'da paparazzilere poz veren ünlü şarkıcı tadında. kışsa kış, sporsa spor. odadan havuza kadar yürüdük o kadar biz de.


Thursday, February 5

all the single ladies

belirli gün ve haftalardan sevgililer gününün yaklaşmasıyla milleti ya da esasen daha çok hemcinslerimi saran "ben insan değil miyim?" moduna farklı bir açıdan yaklaşmak istiyor bu deli gönlüm. sevgilisi olmayan bazı kızlarımız 14 şubattan hiç hazzetmez ve o gün her şeyin sevgililer için yapıldığı, yalnızlıklarının gözlerine sokulduğu falan gibi laflarla söylenir dururlar. peki 14 şubat dışındaki her günün size güzel olmasına ne diyeceksiniz ey bekarlar?

gece dışarıya çıkmaları ele alalım. bir kere eller havaya müzik yapan her yer hedef kitle olarak bekarları alır. türk popundaki çoğu şarkı eski sevgiliye yakılan ağıt ya da çemkirme tadında olduğundan, bu tip şarkıları her bir notasına basa basa zevkle söyleyebilenler sadece bekarlardır. romantik aşk şarkılarında bile bekarlar unutamadıkları aşklarını falan düşünür içlenirler. sevgilisi olan insan eski sevgilisine çemkirme duygusunu kaybettiğinden demet akalın şarkıları o kadar tad vermez. romantik aşk şarkıları ise yanında sevgilin varken romantik değildir, öyle mekanlarda mal gibi sevgilinle el ele göz göze şarkı söylemezsin.

bekarlar egolarını her daim tatmin edebilirler. bir yere giderken giyinip süslenip mekandaki diğer erkeklerin ilgisini çeken bekar bir kızın götü kalkar, ve hatta bardan adam çıkacağına inanıyorsa her dışarı çıkış onun için bir 'acaba?' heyecanına sahiptir. sevgilisi olan kız ise ilgi çekmekten rahatsız olur, kanına karışan sadakat zehri yüzünden bir yere gittiğinde başka erkeklerin ona bakmasından hoşlanmaz; daha doğrusu, hoşlanır ama bu hoşuna gitme duygusunu bekarlar kadar açık yüreklilikle yaşayamaz; zira suçluluk duyar. kaldı ki genelde onu beğenen öyle beğendiği için sevgilisi olan kızların bekarlar kadar süslenip püslendiklerini görme ihtimaliniz, bir hayat tarzı olarak süslülüğü seçen kızlar dışında, oldukça düşüktür.

bekar kızların erkekler hakkındaki muhabbetleri de daha keyifli olur. anlatacak yazış hikayeleri de, sex hikayeleri de boldur. böyle ortamlarda sevgilisi olan kızın bahsedecek fazla bir şeyi yoktur çünkü birine yazma gibi bir olayı artık kalmamıştır. arkadaşlarının heyecanlarından beslenmeye başlar. yatak sırlarını ise, bekarların tek gecelik ya da kısa süreli ilişkilerini anlattıkları lezzetli üslupla asla anlatamaz. sex and the city sağolsun kadınların da sex konuştuğunu nihayet kabullenmiş olan erkeklerimizin en büyük yanılgısı, kızların boşboğaz olduğu ve ilişkilerindeki her şeyi en ince ayrıntısına kadar kız arkadaşlarına anlattıkları düşüncesidir. halbuki bu hususta birbirimizden çok farklı değiliz; bir kız 'becerdiği' bir erkekle ilgili yatak anılarını en komiğinden en ciddisine kadar bir bir anlatmaktan çekinmez ancak erkek arkadaşıyla yaşadıkları -akıl danışması gerektiği bir sorunu olmadığı müddetçe- sırdır. dolayısıyla bekar kızların yuvarlak masa buluşmaları sex and the city havasındayken, sevgilisi olanlar konken oynayan desperate housewivesdan öteye gidemez.

2006 aralığında unumu eleyip eleğimi astığım güne kadar bekar hayatın tüm nimetlerini sonuna kadar sömürmüş olduğumdan, şu an bekar günlerime hayatta dönmek istemem ve 2 senelik ilişkimde oldukça mutluyum (vurun tahtaya). istiyorum ki sevgili bekar arkadaşlar şunu unutmasın: eninde sonunda başınızı bağladığınız bir gün gelecek ve çift olmakla ilgili özendiğiniz her şeyi zaten yaşayacaksınız. demem o ki, geri dönüşü olmayan o yola girmeden önceki yolculuğunuzun kıymetini bilin.

Tuesday, February 3

all the cool kids go to rehab

* haber sitelerinin yorum kısmında bayıldığım bir olay var. örneğin bir magazin haberi bilmemkim bilmemkimle şunu yapmış diye. altındaki 100küsür yorumdan biri demiş ki "aman tek derdimiz buydu" ya da "tamam bunu öğrendim ya rahatım artık" yani işte böyle demet akalın eski sevgiliye yazılan şarkı kafasında şeyler. bilmemkaç kişi de "çok beğendim" diye oy vermiş bu yoruma. ulan derdiniz değilse neden okuyorsunuz haberi onu anlamadım? sanki o sayfayı kendi elleriyle açan sen değilsin. yurdum insanının bu "desinler"ciliği beni benden alıyor. ülkede kimsenin saçma yarışma programlarını, magazin programlarını, izdivaç programlarını falan izlemiyor olması gibi. saraylarda discovery channel izleyerek büyüdü herkes çünkü. ya havle.

* haber siteleriyle ilgili bir başka gözlemim ise ilgi çekmek adına kullanılan içerikle alakasız başlıklar ve resimler. aşk skandalı haberlerine yüzü mozaikli amatör porno pozları veren kadın resmi konulması gibi. ya da bugün tümer'le ilgili bir haber var başlığı 'Tümer giderayak bombaladı', haberin son paragrafı 'Tümer Metin sözlerini, "Hem Beşiktaş hem Fenerbahçe camiasına bana kattıkları için, yaşattıkları şampiyonluklar, ismimin önüne gelen sıfatlardan dolayı, boynuma astığım madalyalardan dolayı müteşekkirim. Kimseye bir kırgınlığım yok. Herkese teşekkür ediyorum. Herkes hakkını helal etsin" şeklinde noktaladı'. bombaya gel. beşiktaş taraftarı bu şerefsize günahını vermez o ayrı.

* yolda yürürken hızlı hızlı, birdenbire önünüze yavaş yürüyen insanlar çıkar ve karşı yönden de insan geliyor olduğu için o geçene kadar yavaşlar geçemezsiniz ya, işte öyle anlarda önündeki arabayı sollayamayan sürücünün sabırsızca öndeki arabaya yapışması arkasındaki psikolojiyi anlıyorum.

* son zamanlarda televizyonda dönen bir exper reklamı var gözünüzden kaçmamıştır eminim. hani laptop evin köpeği de 'exper exper' diye çağırıyorlar da bilgisayar aile üyelerinin bir takım büyük sorunlarını çözüyor oyun oynatmak, internette yemek tarifi buldurmak falan suretiyle. şimdi bu laptopı köpek şekline sokma fikrinin kimden çıktığını bilmek istiyorum ben. çünkü hani takılırsın kafan güzeldir o an saçma sapan fikirler sana çok güzelmiş gibi gelir de sabah ne kadar mal olduğunu anlarsın ya, işte bu adam sabah o ayılma anını yaşamadan fikri göndermiş bence şirkete, mecbur öyle çekilmiş reklam. dünyanın en kötü reklamı.

* trabzonsporlu futbolcuların kolbastı görüntüleri nasıl eğlenceli öyle. yabancı futbolcular inanılmaz tatlı, hehe song'a bittim. oldum olası severim zaten keratayı. kara pipi.

* bence metrolar şehir yaşamının çok güzel özetleri. herkes kendi halinde, dalgın dalgın uzaklara bakmaca, biryerlere yetişmeye çalışmaca falan filan. mimari açısından da şehrin ruhunu yansıtıyorlar genelde. bu noktada metromuzu evinin tuvaletinde kullandığı fayanslarla döşeyen i.melih'in de vermeye çalıştığı mesaj "şehriniz içine sıçıyorum, uyandırayım" olsa gerek ancak şehrimin insanının "sonradan tuvalet kağıdı dağıtıyor ne de olsa, suratıma sıçsa ne olacak" zihniyeti konuyu çözüme ulaştıramıyor maalesef.

Sunday, February 1

haftanın golü

32. dakikada tello'dan geliyore

henüz beşiktaş maçı oynanmamışken alex'in golünü haftanın golü ilan eden lig tv maç anlatıcısına kapak oluyore

bloggah

bir: takip ettiğim, çok okunan, ya da okuyucuyu sayısı çok olmasa da her yazısına bir sürü comment alan bloglara söyleyecek bir şeyim olsa dahi comment yazmaktan hiç hazzetmiyorum. zor yazıyorum yani. çünkü her yazıya "ellerinize sağlık çok güzel yazmışsınız", "bayılarak okuduğum bir yazı daha" falan gibi kız isteme gerginliğinde ve samimiyetsizliğinde yorumlar yazan insanlarla aynı kefeye konmak hiç hoşuma gitmiyor. nihayetinde hürriyet gazetesine okur mektubu gönderiyor değilim ve yorumlarıma 'am-çük-göt' gibi toplum tarafından ayıplanacak kelimeler ekleyebilme özgürlüğümün trt sohbet programı sunucusu ağızlarındaki insanlar tarafından elimden alınmaya çalışılması hoş değil.

iki: readera yazılarının tamamını koymayan yazarların amaçlarını çok merak ediyorum. bunu cidden söyledim. çünkü burdan bakınca, readera sadece ilk paragrafını koyarak okuyucunun ağzına bir parmak bal çalıp gerisi için zorla onu sitesine tıklattıran yazarın ne yapmaya çalıştığı pek anlaşılmıyor. amaç blogun okunmasıysa readerdan okumakla siteye gitmek arasındaki fark, okuyucu açısından readerın beyaz zemin üzerinde olması ve takip edilen her blogun aynı sayfada gözükmesi bakımından çok daha kolay olması. yazar açısından farkı nedir; bilmemek değil öğrenmemek ayıp olduğundan direk soruyorum.

üç: blograzzi puanı, arkadaş listesi, günün blogu falan gibi kavramları ilk duyduğumda "blogger facebook olmasın" çağrısı yaptığımı hatırlayanlar olacaktır. çünkü bu ortamları lisede popülerlik yarışına döndürmenin, gerek lisede popülerlik olgusunun tamamen amerikan filmlerinden öğrendiğimiz özenti bir davranış olması nedeniyle, gerekse blogun daha amatör ruhlu kalması gerektiğine olan inancım yüzünden bence pek bir alemi yok. neticede -farkında olmayanlar için soğuk duş etkisi yaratabilir ama- hiçbirimizin evi hollywoodda değil ve blogunuz ne kadar okunuyor olursa olsun kimse sahneden sizi prom queen ilan edip başınıza bir taç takmayacak. çok isteyen varsa bende üzerinde drama queen yazan bir taç var, onu vereyim fotoğraf çektirir geri verirsiniz.

iç ses: aslında alakası yok ama yazı bir şeye çok sinirlendim de çemkiriyorum gibi çıktı. neyse biri bir laf ederse okulun reisini çağırır dövdürürüm.