Sunday, December 30

elde var 1

kutlu olsun.

adettendir

snow


hayatımız bu dönemde sen olunca biraz daha amerikan filmlerine, ya da ne bileyim yabancı dizilerin christmas episodelarına falan benziyor. insanın yeni yılın ilk saatleriyle birlikte herşeyin iyiye doğru gideceğine daha fazla inanası geliyor. soğuk cildi kesmiyor, sana dokunan çocukluğuna geri dönüyor. bunca zaman sabrettik, ama en azından bugün, ne olurdu biraz kendini göstersen?

Wednesday, December 26

Ryan Reynolds

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.3



I-turn

evet efendim, gittiğimiz gibi döndük. gerçi dönüş yolundaki muavinin "film koymayacak mısınız?" soruma tvde kanal d'yi açarak "uydu açık" diye cevap vermesi, önümde oturan beyfendinin "ntv yok mu uyduda?" demesi üzerine "kimse haber izlemez ki" diye cevap verip afyondan sonraki 2 saat boyunca zorla arka sokaklar denilen gamze özçelik isimli ultra uyuz insancığın oynadığı diziyi burnuma sokması, wirelessın çalışmıyor olması ve emektar yol yastığımı da bulamamış olmam neticesinde ipoduma sarılarak 8 saat geçirmiş olmam sıkıntı yaratmadı mı yarattı; ancak kim ne derse desin, nereden dönüyor olursam olayım o konutkentin ilk ışıklarını gördüğüm an öyle bir huzurla doluyor ki içim, breh de breh.
izmir güzel hoş memleket, hava da sıcaktı, alışverişti ziyaretti geçirdik günlerimizi. bu noktada ikea evimizin herşeyi'ne değinmeden, "ankara'ya da açın ulan artık bitane!" diye bağırmadan olmaz. en sevdiğim mağazaların (misal topshop) ankara'da götüm kadar (küçüktür allaaşükür) mağazalar açıp izmire 5 katlı plaza moduna geçmeleri sinirimi bozuyor, tamam izmir kızları daha süslü olabilir ama bizim de ihtiyaçlarımız var.
dönüş yolundaki kanal d işkencesinin bir noktasında izlediğim ipana reklamına kafam takıldı. hanım kızımız "nişanlısı" dönünce dişlerinin beyaz olması gerektiğinden dem vurarak bahsi geçen diş macununun reklamını yapıyor. sevgilisi değil, nişanlısı. çünkü böylesi halkın gözünde daha meşru. çünkü biz hayatımızı "elalem ne der"leri düşünerek, açıklamalar yaparak yaşayan ve buna alıştırılan bir toplumuz. iddia ediyorum, nezaman ki millet olarak ağız tadıyla ilişki yaşamaya ve sevişmeye başlarız, nezaman ki erol köse yerine justin timberlake'i boybanddeki lahana bebek'ten the cool white kid'e dönüştüren prodüktörler müzik piyasamıza el atar, nezaman ki leader ramen markalı kore usülü hazır soslu eriştenin kutusuna "erişteyi çorbasıyla beraber, suyuna ekmek katarak yerseniz lezzeti daha da artacaktır" ibaresi yazılmaz; o vakit yaşam denen şey kendini daha güzel gösterir memlekette.

Saturday, December 22

voodoo girl katil koç otobüsünden bildiriyor



mobilitemi kaybettiğim endişesiyle düştüm yollara, izmire gidiyorum. 8 saatlik yolun 6,5 saatinde çocuklarının sınav kağıtlarını okumuş, 7. hafta ders planlarını kısmen yapmış, üzerine türkçe dublajlı da olsa ikinci kez 'the holiday' filmini izlemiş bir kişi olarak filmin etkisinde sesleniyorum kitleye; kendime 3 günlük tatil veriyorum, internetle ve ingilizceyle alakadar olmuyorum, dönünce de yılbaşı için çekirdek kadrolu (max. kapasite 5 kişi) güzel yemeli içmeli bir ev partisi organizasyonuna başlıyorum.
sağlıcakla kalın.

Wednesday, December 19

Kaka Leite

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.2

tatil

sınavlar yapıldı, bir kısmı okundu, writing paperlar top secret sarı zarf içinde eve getirildi; bayramda elini öpecek anne baba yok ya, sınav kağıtları benim ellerimden öper. günün yorgunluğu koltukta yarım saat uyuklayarak atıldı, sonrası nedir, aycan-ayfer+sohbet-muhabbet. saat olmuş 3.30 benim burda ne işim var, sabahın köründe "daha geç gelseniz olmaz mı?" sorusuna "bayram öncesi ya çok yoğunuz abla başka zaman yok" gibi anlayamadığım bir bahane sunan (bayramda paso yemek yicez bi koşu bandı alalım da kiloları atalım mı dedi birden tüm ankara halkı?) koşu bandı kurulumcuları dayanacak kapıma, zili duyacağım bile meçhul. dışarı çıkılmaya çok müsait bir salı akşamını evde geçirmiş olmanın semi-üzüntüsü, tatil sevinci, istanbulu yok sayıp haftasonu 3 günlüğüne izmir'e gitme planları. bi de güzel film yakalarsam digiturk'te, değmeyin keyfime -ne demekse.

Sunday, December 16

günün maçı

bugünün tek planlanmış olayı olan beşiktaş-ankaragücü maçını izleme aktivitesi de nihayete erince kendimi yine amaçsız ve blog başında buldum. (liverpool-manchester united maçının olduğu bi gün günün maçı diye başlık atıp beşiktaş-ankaragücü maçı hakkında yazı yazmamı da beşiktaşlılığıma verin bi zahmet.) maç allaha şükür sevineceğimiz bir şekilde, beşiktaşımızın 3-1lik üstünlüğüyle sona erdi. ilk şokum sürekli armada starbucksta görüp "nekadar kezmana benziyo lan" dediğimiz çocuğun ankaragücünün kalecisi serkan çıkmasıydı. onun dışında maçın genelinde serdar özkan ikinci golde imzası bulunsa da her koşulda çalım atma sevdasıyla beni sinir etmeyi başardı, delgado pas hatalarına rağmen klasını konuşturmayı bildi, tellocuğum yine yaptı yapacağını (burdan isim telaffuz etmesini bilmeyen futbol eleştirmenlerine selam olsun) ve son olarak da ertuğrul sağolsun baki mercimek yerine ibrahim kaş'ı oynatarak sempatimi kazandı. o değil de, okadar maçlara gittik, sigaradan saçımızın yanmadığı mı kaldı, dev bayrak altında nefessiz kaldığımız mı; bir kez de kameralar tribünden kız manzaraları olarak bizi çekmedi be arkadaş. sarı saçsa bende de var. suçumuz yeni açıkta olmak mıdır? burdan beni ancak hipodromda görüp çekmeye değer bulan kameramanlara sitemlerimi gönderiyorum. beşiktaşım oley.

empty category bir pazar günü, kahvaltıya alternatif lezzetler ve şehirde sex

annemi yolcu etmek adına 8.30da ayaklandığım bu pazar gününde uyandığım andan itibaren geçen yaklaşık 4,5 saatte tv izlemek ve bloguma josh hartnett resimleri koymak dışında bir aktivitem olmadı. 5. ve 6. haftaların ders planlarını dün gece anlayamadığım bir şekilde hallettiğim için, bugünkü maça kadar yapılmış planım bulunmuyor. işbu yüzden başlıkta bir 'empty category' ibaresi görmektesiniz ki kendisi özellikle de şu an istanbulda askerliklerini yapmakta olan dilbilimci arkadaşlara armağan olsun.

hazır çorba kavramına yepyeni bir soluk getirmiş olan knorr'u "yöresel lezzetler" serisinden dolayı kutlamak istiyorum; özellikle de karalahana ve kafkas çorbaları için. kahvaltıya alternatif keşfettiğim yeni lezzetse yine knorr'dan "çabuk çorba" serisi. evet uzun zamandır varolan birşeydi bu kupada çorba içme hadisesi ancak kremalı brokoli ve mısır aromalı çorbalarla yeni tanışmamı sağlayan ve normalde sabah kalktığında misafir ağırlamaktan hiç hoşlanmayan midemi alt eden knorr'a teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim. aslında acılı domates aromalıyla ofis 3-5'in yeşil pakette olanı da çok yakışıyor ancak mide problemlerimden bahsettikten sonra böyle bir itiraf yapmayı uygun bulmuyorum.


ve son olarak da beklenen an geldi, ya da eli kulağında. tv'ye ondan iyisi gelmedi, gelemedi; şimdi tek ümidim türkiye'de gösterime girişinin 2008den daha geç olmaması.

Josh Hartnett

[gezindiğim pek çok blogda arka sayfa güzeli modunda hatun resimleriyle karşılaştıktan sonra kararımı verdim; cinslerin eşitliği adına karşınızda]

voodoo girl's "drop-dead gorgeous" series vol.1

Saturday, December 15

this is not a plastic blog

* cuma günü işten çıktığımda (belki de ilk kez) eve koşup pijamalarımı giyip comedymax başına geçmek yerine ankuva'ya gidip nezih bir akşam yemeği yemek isteyip, bilkente gelebileceğini ya da halihazırda bilkentte bulunduğunu tahmin ettiğim 5-6 arkadaşımı aramış olmama rağmen plan yapamayıp kuyruğuma baka baka eve döndüğümde bir kez daha anladım; those were the days my friend, we thought they'd never end..

* bu haftasonu istanbul'a gelmek için biçilmiş bir kaftandı ancak bir türlü organize olup da yapamadım. bir cumartesi gecesini bilgisayar koltuğunda geçiriyor olduğuma bakıp ne kadar pişman olduğumu anlayabiliyorsunuzdur diye düşünüyorum. artık bana istanbul yolları ya sömestr tatilinin dağda geçmeyen kısmında, ya da okulumun christmas tatili yapmasından yararlanıp bir sonraki haftasonu ptesi-salıyı birleştirerek gözükecek.

* nike+ çipim sayesinde 7. caddenin başından evime kadar olan mesafenin yaklaşık 1km olduğunu öğrendim ancak kendisi binlerce insanın her gün o mesafeyi arabalarıyla yarım saatte gitmekten neden zevk aldığı konusunda bana yardımcı olamadı.

* futbolda fanatik ve objektif olmayı aynı anda başaran insanları çok takdir ediyorum, belki de nadir bulundukları için.

* real'deki adamın bütün o "bakın bu modelimiz de var, 300 lira daha fazla ancak yağ dengenizi ölçüyor" çabalarına karşın bulduğum en ucuz ama dandik olmayan koşu bandını aldım, getirdim, kurulmasını bekliyorum. artık spor salonunda öğrencilerle karşılaşmaya son, evimin sıcak ortamında tv izlerken koşmaya baş.

* nip/tuck'ın yeni sezonunun -şimdilik- bünyede hayal kırıklığı yaratması nedeniyle, bu sezonluk dizi izleme enerjimi grey's anatomy'e yönlendirmeye karar verdim.

* sadece kadınların algılayabileceği ağrılara (regl ağrısı ve çocuk doğurma ağrısı) bir yenisini daha ekliyorum: saç ağrısı. hani böyle saçını tepeden toplayınca ya da kuaförde topuz yaptırınca olandan. an itibariyle bu iki aktiviteyi de gerçekleştirmemiş olmama rağmen hissettiğim acıları dindirmek üzere bagno mio keyfi yapmaya gidiyorum.

* ama asıl şu pozisyonda uzak biryerlere gidiyor olmak vardı şimdi..

Wednesday, December 12

sağlık olsun

hakedip de gidemeseydik, çok üzülürdüm. ama işte malzeme belli, kapasite belli, elimizden gelen budur. "there is no I in the word team" evet ama yine de kırgınlığım öncelikle senelerin tecrübesine rağmen böyle bir konsantrasyon hatasına düşen rüştüye, onun ve bir çok türk futbolcusunun aynı durumda olmasının sebebi olarak gördüğüm türkiye futbol ligine, ve oyuna müdahele etmekte geç kaldığını, yeterince cesaretli olmadığını düşündüğüm ertuğrula..
ben şu takımda teknik direktör olsam, bi kere sorunun forvet değil forvete top taşıyan adam eksikliği olduğunu görür ve o şekilde transfere yönelirdim. ikincisi baki denen adamı direk kovardım. tabi bi de haftanın en az 1 antremanının tamamını taç kullanımına ayırırdım, ayıp denen bişey var. beni de kahvede futbol ahkamı kesen insan moduna soktunuz ya alacağınız olsun.

ne diyelim, kısmet değilmiş.

Tuesday, December 11

it doesn't seem fair to write a title

bakmayın "voodoo girl's groovy life" gibi iddialı çıkışlarda bulunmama; hayatımın eskisi gibi groovy olmadığının çoktan beri farkındayım. belli olaylar ve yaşanmışlıklar için belli dönemler olmasını anlıyor, anlayışla karşılıyor ve hatta kabulleniyorum fakat bazı dönemlerin bıçaktan çıkmışcasına keskin çizgilerle bitmesi/başlaması kanıma dokunuyor. üniversite yıllarında hep konuşulup da yapılmayan gezilere mi, sergilere- workshoplara katılan sanat insanı olmak isteyip tembellikten olamayışıma mı, kostüm partileri veren ya da "hadi abi et yemeye boluya gidelim" gazına sahip arkadaşlarım olmayışına mı yanayım; yoksa tunalıda yürürken iki adımda bir tanıdık gördüğüm için bestekar sokağı 1 saatte geçtiğim günlerden sonra networkümün bukadar daralmış olmasına mı.. quality-quantity mevzusu değil tabii ki bu ama üniversiteden sonra hayat tarzımın bi anda bukadar değişmiş olması garip hissettiriyor; ne için neleri feda ediyoruz ve değer mi diye sormak istiyorum içten içe. belki de tüm bu düşüncelerimin memnuniyetsizlikle uzaktan yakından ilgisi yok; sebep tüm öğleden sonramı "questioning in ELT" konulu sessionda geçirmiş olmam. belki de buraya bişeyler yazıyor olmamın blog yazma isteğimle uzaktan yakından ilgisi yok; sebep beşiktaş çarşısıyla porto şarabının kapışmasına kadar zaman öldürmek istiyor olmam.

I think it's time to find a new religion.

Monday, December 10

birinç

"curiosity killed the cat" özlü sözünü değiştiriyorum bu gece, "boredom killed the cat" olarak. insana neler yaptırıyor kendileri. bakınız işte ben de burdayım.

ilk postum ruhumun derinliklerini ve psikolojik durumumu anlatsın isterim; dolayısıyla çok kısa ve öz olacak.

"spending a saturday night with a refresh button"

buyrun burdan yakın.


şeklinde başlamış bundan tam 1 sene önce blog serüvenim. belki de hayatımdaki en kalıcı şeylerin hayatıma girişine şahit oldu; 2006'dan 2007'ye doğru ilerlemekteydik o zamanlar ve yeni başlangıç hayalleri süslüyordu aklımızın birkaç köşesini. şimdi 2007'den 2008'e girerken yenilik değil kalıcılık peşindeki voodoo girl, 1 senedir ağlama/gülme /saçmalama duvarı olarak kullandığı bu sayfalarda ona eşlik etmiş bulunan herkese teşekkür etmeyi bir borç bilir.
blogumun bu birinci yaşını kutlamak için özlü şarkı sözü olarak seçeneklerimiz “things haven't been the same since you came into my life” ya da “doğumgünüm bana geldiğin gündür”. hangisini isterseniz buyurun ordan yakın.

vipnot: yeni template - alkışlar wykka için.

Saturday, December 8

Bursayı Delgado



içlerindeki 3 senelik hırsla & belki de 'en fanatik' olamamanın verdiği eziklikle beşiktaş taraftarlarından öğrendikleri tezahüratları maç boyunca katleden taraftarlar ve gol attıktan sonra diz çöküp birbirlerinin kıçını koklamalarıyla ünlü çirkef futbolcular.. Bursaspora atılan o golün mutluluğu haftasonu yapmam gereken tüm işleri ve boğazımın ağrısını unutturarak beni yatağıma mutlu gönderiyor bu akşam. bu maçlık profesyonel futbol izleyicisi kimliğimi bi kenara bırakıp kötü futbolu, beyin nakline ihtiyaç duyan futbolcularımızı düşünmüyorum; tüm taraftar duygusallığımla o golün olduğu anı düşünüp bön bön bakmakta olan tribünlere soruyorum:
kimin piçleri döndü şaşkına?

Tuesday, December 4

oops

gereğinden fazla ıslanan sigaram ve bir salı gecesi için gereğinden fazla boş olan msn listemle bir akşam geçiriyorum. [anladım ki benim facebook'um da blogspotmuş, az önce bi 5 dakika arıza verdi ben burda arıza oldum] kelimelere dökemediğim ruh hallerinden birini yaşıyorum ve yazamıyorum yine; televizyonda acun bey bir yarışma programını idare ediyor ve allahtan ingilizce konuşmuyor. [öykü serterle acun ılıcalının evlenmesini istiyorum tüm kalbimle] içimdeki boşluğun suçunu yükleyecek bir şey arayışıyla belki de, "hayatı iş olan o mal insanlardan mı olcam acaba?" dedim tyra'ya; "olsak da çaktırmayız merak etme" dedi umarsızca. [umarsız olmak kadar zevkliymiş 'umarsız' yazmak]



nezamandır aklımda olan gotiklerden ve emolardan ne kadar nefret ettiğimi anlatarak başlayıp gotikleri ve petek dinçöz'ü seksi bulan erkekleri hadım etmenin gerekliliğiyle sonlandıracağım blogu yazacaktım aslında; ama işte oops..

[.. the system encountered a problem]

Monday, December 3

need for update: part 2

birbirimizi göremediğimiz bunca zamandan sonra, üstelik ilk back to reality entryimde hayatımdaki gelişmelerden bahsetmem gerektiği fikrini kafanızda bizzat oluşturmuş olmama rağmen şimdi düşünüyorum da my so-called life bıraktığınız gibi durmakta. bir takım özel gün kutlamaları (yolu ankaraya düşen herkesin uğramadan geçmemesi gereken quick china), bir takım yeni dönem başlangıcında iş stresleri (i hate useless paperwork), hele bir takım var ki zaman zaman kötü futboluyla adamı deli eder (baki allah belanı versin).

benim hayatımda bütün bunlar olurken (çok zengin durdu) ülkedeyse uçaklar düştü, yağmurlar yağdı, yarıklar birleşti; bazı yarıklarsa daha da ayrılıyor. türban kullanımı 4 kat arttı diyen bir araştırmayla tersini iddia eden bir araştırma gündemde tartışmalara yol açmış. sokaktaki insana soruyor muhabirin teki, "etrafınızda son zamanlarda kapanan var mı?" diye. sebeplerini soruyor evet diyenlere -ki aralarında evet mesela ben diyenler çoğunlukta. inançtan, başka ne sebebi olabilir ki diyor biri, çünkü allah'ın yolu türkiyeye yeni düştü, bunlara vahy yeni indi. kocam istedi diyor diğeri, çünkü babası onu okula gönderse de değişmemiş bazı şeyler. sosyologlar sebeplerden biri olarak toplum-mahalle baskısını gösteriyor, türbanlılardan biri de sosyal beklentilerin öneminden dem vuruyor; belki birşeyleri bastırarak, belki baskı kelimesinin anlamını bilmeyerek, belki de türbanıyla kapattığı kafasına güneş girmediği için giren örümceklerin etkisiyle. ben yine kaçmak, gitmek, sihirli bir çubukla herşeyi değiştirmek istiyorum; tam da o an msnde nezamandır konuşmadığım ve görüşmediğim ancak bulmak için de facebooka ihtiyaç duymadığım bir lise arkadaşım, hayatımla 'keep up' olabilme amacıyla "ee, sen napıyorsun ev, iş, aşk?" diye soruyor. [işte hayatın özeti] durağanlık konseptiyle bezenmiş cevabıma bakıp "değişiklik bekliyor musun peki yakında?" diyor, "belki de 30 yaşında oturmuş bir kariyere sahip olmak için 25'inden sonra yaşanması gereken hayat budur" diyorum. "o kariyere ulaşınca tamam mı olacak her şey?" diyor, bilmiyorum cevabı. joker hakkım yok, ve bir kez daha anlıyorum: the things that prevent you from being unhappy do not necessarily make you happy anyway.

I jumped when I felt my soul fit in.

need for update: part 1

ilk olarak anketimiz update edildi. bir önceki ankette aldığı 5 oyla rakiplerini mağlup eden emre aydın birinci olurken, benim de oyumu almış olan sarp, zakkum ve haluk levent 3er oyla birbirleriyle yenişemediler. madem bukadar seveni var emre aydın'ın, ağaçkakan woody saçlarıyla çektiği yeni klibini herkese armağan ediyorum burdan. parçanın adı "belki bir gün özlersin", voodoo'nun tepkisi "hey emo, go kill yourself". gördüğünüz üzere yeni anketimiz ne yapılırsa yapılsın başarılı olamayacağına bizi inandıran reklamlar. ilk sıradaki şampuan reklamları için özellikle az önce izlediğim "dolgun saçlı kız arkadaşının her dediğini yapan can" konseptli reklamı örnek gösteriyorum. ikinci sıradaki iş bankası reklamlarından kastım pek tabii yıllardır değiştirmedikleri "atlılar geliyor ve bizim faizimiz en az" konulu reklamlar. (en son çektikleri atatürklü reklam bu imajı sildi belki de pek çok insanın gözünde, ama ben unutamıyorum) üçüncü sırada özellikle revise edilmiş haliyle ayşe teyze reklamları, son sırada ise bir gün bebek bezi reklamlarında kullanılan "bebeği alıp pede oturtma ve nekadar emici olduğunu gösterme" görüntüsünün bir benzerinin kullanılıp kullanılamayacağını merakla beklediğim hijyenik ped reklamları var.

ikinci olarak da 'who let the dogs out' listemiz update edildi. yeni isimler var; çünkü yeni keşifler var. bazı eski isimler yok; çünkü küstüm, oynamıyorum ve to whom it may concern (a.k.a anlayan anlar), still waiting for an apology.

küçük hanım, korkarım güzel olduğunuz kadar kaprislisiniz de.

simply back


define irony başlığı altında bi anket yaratacaktım aslında; maykıl ceksının bir yandan kendini beyazlatıp diğer yandan "black or white" diye şarkı yapmasını örnek gösterip, "all I wanna say is that they don't really care about us" sözündeki 'us' neye refer eder diye soracaktım eğitimci kişiliğimi ön plana çıkartarak. ancak bunca zamandır internetsiz oluşumun, bilgisayarımın modemimi tanımıyor oluşunun sebebinin telefon kablosunun modeme takılı olmamasıyla açıklanmasından sonra hayata, internete, bilgisayarlara ve irony kavramına olan inancımı kaybettim. sonuç olarak, "tell the guys that i'm back in town" klişesiyle aranızdayım yine yeni yeniden.

birtakım updateler gerekiyor şimdi her alanda; bilgisayara yüklenmesi gereken programlar, yapılması gereken özelleştirmeler, blogger dostlarla paylaşılması gereken yeni gelişmeler, up-to-date olmayı bekleyen link listesi (a.k.a who let the dogs out), düzenlenmeyi bekleyen 'course implementation plan'ler var. şu an yorgun ve açım, o yüzden 3. sezon finalini ikinci kez ve yine gözyaşlarımla süsleyerek izlediğim, 4. sezonunu da kaçırmadan izleyeceğime şerefim üzerine and içtiğim grey's anatomy dizisine şükranlarımla "all I can do is to keep breathing" diyor, gecenin ilerleyen dakikalarında görüşeceğimizi ümit ediyorum.

anneeeeee, döndü!

Tuesday, November 27

interney sorunsalı & late-begun week

bilgisayarımın çökmesi beni kör topal ve yetim bıraktığından uzak kaldım buralardan. murphy's law hesabı, en lazım olduğu zamanda, mini mini (ve mickey) ve yeni inter öğrencilerime, yeni yeni cip'ler hazırlamakla uğraşmam gerekirken çöktü bilgisayarım; nerdeyse laptopımı alıp starbucksa gidecektim, o yeni yılbaşı kahvesinin mükemmel tadıyla ve starbucksta iş bitiren ciddi işadamı modunda dakikalar geçirecektim ancak olmadı, tatil verdim kendime yoğun ve yorucu geçecek yeni course dönemi öncesi. sevgiliyle buluşmak, tunalıya gitmek, comedy max ve maç izlemek gibi olağan haftasonu aktivitelerinden başka bu mini tatilde kendime verdiğim tek şey wax poetic konseriydi. bu noktada konserden bahsetmeden önce o.d.t.ü denen üniversiteden ne kadar nefret ettiğimi (savaş ay'dan nefret ettiğim kadar) anlatmayı borç bilirim. bu okuldaki insancıklar kendilerini dünyanın en zekileri zanneder, en dandik bölümlerde bile okusalar ayrıcalıklıyız tribine girer ancak sosyal zekaları sıfırdır. 4 sene boyunca kampüsten (ki nasıl olduğunu anlamadığım bir biçimde türkiye'nin en güzel kampüsü seçildiğini dünkü hürriyet ankara'dan öğrendim; boğaziçi de ikinci sıradaymış yani odtü boğaziçinden bile güzelmiş neremle güleceğimi şaşırdım) dışarı çıkmamalarını marifetmiş gibi anlatırlar ve mütemadiyen çimlerde otlarlar. odtünün o eski devrimci kimliğinden eser kalmamıştır. kendini pentagon zanneden bu okula giriş de bir olaydır, ancak dün akşam kapıdaki adama en ciddi sesimle "bilkent'te akademisyenim" dediğimden bi sorun çıkarmadılar. herneyse, konser fena sayılmazdı, alışık olduğumuz üzere ilhan erşahinin yağlı saçlarına aşık birtakım genç kızlar çığlıklarla karşıladılar grubu, üzerine bonus track olarak bora (a.k.a cey-lâl) da vokal yapınca onun hayranları da biraz tarkan konseri modundaydı. genel olarak ne oldu, 3 liraya şarap içtik ve ses düzeninin boktanlığı yüzünden ana amacımız olan 'alpin basını dinleme' olayını pek gerçekleştiremedik. yine de sosyalleşmiş (so-called) olmanın huzuruyla evimize döndük diyebilirim.

anlatacak birşeyler daha vardı sanki, ancak timetable'ı inceleyip office hourlarıma karar vermem, written outcome konuları bulmam ve buna benzer birtakım işlerle öğrencilerimle tanışacağım 13.40a kadar officegirl mode: on olmam gerekiyor. hadi ben internetim bozuk olduğu için belirli günler ve haftalar serime öğretmenler gününü ekleyemedim, ama günümü kutlamamış olan okuyucularıma teessüflerimi iletmeyi borç bilirim. hıh.

week 1 diagnostic writing: describe yourself.

Friday, November 23

thanksgiving

şükran günlerini international ortamlarda adı "turkey" olarak geçen bir ülkede kutlamış olmanın ironisini yaşamış tüm yabancı dostlarımız için



happy -belated- thanksgiving

Monday, November 19

izlemiyorum baba

türk televizyonculuğunun dayanılmaz yaratıcılığının kanıtları:

1) grey's anatomy / doktorlar



2) dawson's creek / kavak yelleri



3) 24 / mahşer




ve son olarak (the last but not the least) sizlere sadece türk televizyonlarındaki halini göstermeyi kendime bir borç bildiğim "hakkını helal et". allahüekber diye bağıran şirinlerden sonra beni bu kadar güldürmeyi başarmış ilk samanyolu tv yapımı. neyin taklidi olduğunu anlamayı size bırakıyorum, güldürürken düşündüren bir bloggerım çünkü evet. buyrun:

Friday, November 16

I write stupid blogs so that you don't have to



evet, "aylaklık"ın tanımını yaptım bugün. insan boş boş oturunca saatler geçmiyormuş, bunu da bir kez daha gördüm. merkez kampüsün güzide kütüphanesine gidip "teach yourself italian" kitabını almak günün tek misyonuydu; kullanılabilir görülüyor olmasına rağmen rafta bulunmaması sonucunda coffee break'te içilen banana coconut latte sonrası ofise geri dönen vudukız kişisi ancak 2 saatini harcayabilmiş oldu, yine geldi oturdu masasına. hiçbirşey yapmamanın dayanılmaz ağırlığı üzerime çökmüş, önümde uptownda yenilecek bir akşam yemeği ve henüz belirlenmeyen kimbilir hangi çılgın cuma gecesi aktivitesi varken; native hocalarımızın sorduğu "'bir' ile 'bir tane' arasındaki fark nedir?" sorusuyla buluşuyorum. bu yüce dilbilimci kişiliğime 'biri' ile 'birisi' arasındaki fark nedir diye sorulsa -önceden analizini yapmış olduğum için- duygusal derinliklerde boğulmak suretiyle açıklamalar getirirdim pek tabii fakat şu an aradığınız kişiye ulaşılamıyor. kütüphaneden boş çıkmamak için aldığım "strategies for teachers" kitabına gömülebilir, "ay hocaaaaam yanaklarınızı sıkasım geliyoooaaaa" türünden demeçler veren öğrenciler için herhangi bir (tane?) strateji aramasına girebilirim; ama this is b. ve bazen burası bir arkadaşımın dediği gibi "üniversite değil yat klübü sanki".

there is no conclusion part -whatsoever- for this entry. please try again later.

ofisgirl

sizlere bu satırları ofisimden yazıyorum sayın kitlem. yapacak hiç bir işim olmamasına rağmen 08.50-17.15 arası masamda oturmak durumundayım. ben de ne yapıyorum, bize yeni bahşedilen laptopımı personalize etme işlemleriyle uğraşıyorum ve hatta devlet memuru modunda solitaire vs oynuyorum. beni de bu duruma getirdiler artık. pek tabii idealist bir eğitimci olarak ders saatlerinde ya da yapılacak işler olduğunda laptopı ders dışı işlerde kullanmayacağıma, okuldan arkadaşlık sitelerine girmeyeceğime, microsoft powerpointi olanca gücüyle kullanacağıma and içiyorum.

yeri gelmişken, idealist bi blogger olarak da commentlerime approval koymayacağıma, koyarsam da hoşuma giden commenti kabul edip gitmeyeni etmemek gibi kolpalıklar yapmayacağıma and içiyorum.

Tuesday, November 13

moshi moshi

insan yeni bir teknolojik alet edindiğinde, en az birkaç gün kendisini oyalayacak malzeme bulmuş oluyor. özellikleri keşfetmeler, eskisiyle yenisini karşılaştırmalar vesaire. teknoloji fakiri bi insan olduğumdan, başıma çok sık gelen bi olay değildir bu; ama bıçak kemiğe dayanmıştı ve bu kıza artık yeni bir cep telefonu lazımdı. hayatımdaki objelere anormal bağlı olduğum için (note to self: konuyla ilgili ayrıntılı blog yazılabilir) çok severek kullandığım portekiz haritası desenli nokia telefonumu değiştirmek bana çok zor geldi; ancak telefonu her gün şarja takarak da ömür geçmiyor. cep telefonunu sadece iletişim ve organizer amaçlı kullanan biri olarak, telefonda tek kriterim "güzellik"tir. nokia'nın birkaç sene önce çıkardığı design serisi telefonları bulmak imkansız olduğu ve aynı amaçla yeni çıkarmış olduğu l'amore serisi de bi boka benzemediği için, aylardır yeni telefon bakıyordum. isteklerim telefonculara garip gelir nitelikteydi: kapaklı istiyorum ama öyle afilli yandan çevirmeli, kaydıraklı falan değil, old school yukarı açılmalı. kız olmam herşeyin minyatürünü sevdiğim anlamına gelmez, küçük köpek bile sevmem ben, büyük telefon istiyorum. ve hayır, sırf güzel fotoğraf çekiyor diye bi telefona 1000lira vermeye niyetim yok. (bu noktada söylemeden edemiciim, yaşlı teyzeler gibi şu yeni para isimlendirmesine bi türlü alışamadım) herneyse, bütün aramalarım sonucu istemeyerek de olsa nokia sevdamdan vazgeçtim ve sağ üst köşede görmüş olduğunuz sony ericsson telefonu aldım. (telefon afilli değil ama resmi afilli olsun dedim) so far so good. güle güle kullanayım.

bütün bu serüveni yazdıktan sonra merak ettiğim nokta şudur: telefonundaki speed dial kişilerini belirlerken, önem sırasına göre değil de, hangi sayıya kim yakışır diye düşünüp ona göre karar veren bi ben mi varım?

nejat erdoğan

voodoogirl's "acı ama gerçek" series vol. 1
hoşumuza gitmeyen ancak kabullenmek zorunda olduğumuz benzerlikler

Sunday, November 11

shame on me

ortada benim göremediğim bi sorun varsa ve bu sorun ben kaynaklıysa ama ben neden olduğunu bulamıyorsam ve bu yüzden çözümün de bir parçası olamıyorsam bu başa gelebilecek en kötü şey belki de ve böyle bir noktada insan ne kafasını ne cümlelerini toparlayabiliyorsa, sığınılacak tek yer ne kalbi ne kafası ne de başka insanlarsa, durumu özetleyen ne bir şarkı, ne bir blog entrysi ne de bir google graphics kaldıysa ortada; kalpte kirpiler yürümeye başlar, mide ağza gelir, klavyeye odaklanır gözler boş yere, elden bişey gelmez, sigara bile sonuna gelmeden söndürülür ve ne yazık ki hayat devam eder.

Running with scissors wasn't smart
I tripped and cut open your heart
I didn't mean to, but I seem to
Have pushed us back to the start

Wednesday, November 7

8




"..gelecekse tüm acılar biz hazırız senden gelsin.."

Tuesday, November 6

jelibon

bu hafta sadece 3 saatlik teachingim olması okuluma "once I ran from you, now I run to you" şeklinde modifiye şarkılarla gitmeme sebep oluyor. pazartesi günkü pet sınavımız pek çok öğrencinin gözyaşları ve benim marking yüzünden ancak 6da spora gidebilmemle sonuçlanmış olsa da; bugünün non-teaching day olması, perşembe ve cuma da speaking sınavları nedeniyle derslerimin iptal olması 9 numaralı buluta doğru çıkartıyor beni. üniversitede birtakım insanların yaptığı gibi ağzımı doldura doldura "deeeers düştüüüüööö" diye bağırmak istiyorum. bunun dışında içinde bulunduğumuz haftayı belirli gün ve haftalar kategorisine sokan pek fazla bir şey olduğu söylenemez.

cumartesi amerikalı birtakım arkadaşlarımız tarafından düzenlenen halloween partisine yarım saatlik bir süre de olsa iştirak etme fırsatım oldu. bu kadar çok alkol tüketiminde bulunan insanların sıfır sigara tüketiminde bulunuyor olmaları beni hayrete düşürdü; zira hayatta her zaman beraber tüketilmesi gereken bazı şeyler olduğuna inanıyorum ki alkol-sigara ikilisi listenin üst sıralarında. orada bir kez daha anladım: insanların beraberken eğlenebilmeleri için gerekli olan şeylerden en önemlisi kafa seviyesinin aynı olması. uyuşturucu kullanan insanların neden uyuşturucu kullanan diğer insanlarla daha rahat arkadaşlık ettikleri de böyle açıklanabilir; partiye kanında alkolden çok maç siniri olan bi insan olarak gittiğimden fazla sosyalleşemediğimi anlamış olmalısınız. türk filmlerinde diskoya ilk kez giden kızlar gibi. bu noktada da iffet isimli, bir türk filminde görülebilecek en yaratıcı tecavüz sahnesini barındıran o kült filmi alkışlarla hatırlamadan geçmeyelim.


totally irrelevant 1: çorbaya limon sıkma olayını bir türlü çözebilmiş değilim, bence tat katmaktan ziyade çorbanın aslında (özünde) varettiği o güzelim tadı bozan saçma bişey limon. sprite içerken bi dilim atarım içine bitti gitti.

totally irrelevant 2: mtv türkiye saçmalığını reddediyorum.

Monday, November 5

street spirit

voodoo girl's "unutma, unutturma" series vol.4
the songs that make us sad even in our happiest moments

Thursday, November 1

when the sun goes down

*gittik, eğlendik, geldik ama çarşamba günü işe gidildiğinde hepimizin enkaz gibi olması (dersi 5'te olan aşşalık insan wykka dışında) gösterdi ki biz bu gecelerin adamı değiliz artık. ama nedir, eşlik vazifemizi yerine getirdik mi getirdik. haftaya salı yine bekleriz.

**son anketimizde family guy 1 oyla simpsons'ı geçti, kendisini mutlulukla birinci ilan ederek yeni anketimize geçiyoruz. şimdiye kadar yaptığım anketlerde en iddialı olduğum bu diyebilirim, ben bizzat kendim bile zor seçiyorum aralarından. aslında listem daha uzun pek tabii ama özellikle bu aralar aklıma gelen dinlemeye tahammül edemediğim isimleri şu şekilde sıraladım: lisedeki sevgilisinden yediği kazık hakkındaki şarkılarıyla 1 albüm doldurmayı başarmış olan, bir nevi yeni neslin yaşar'ı emre aydın. kunduz görünümlü arabesk tınılı vokalleri, rock star havasındaki tavırları ve paket program pazarlamacısı (göksel alana manga, emre aydın alana gripin konseri bedava) menajerleriyle gripin. şarkılara sadece elektro gitar solosu ekleyerek türkiyedeki en iyi coverların sahibi olduğuna inanan izmir varoşu sarp. solistlerinin fatih ürek tavırları ve görünümüyle ancak seda sayanın programına yakışır bir halleri olmasına rağmen biz etiler rockçılarıyız söylemiyle piyasaya giriş yapan ve ne yazık ki ankaralı olan grup zakkum(a.k.a raindog). ve son olarak da belki de hepsinin öncüsü, anadolu rock gibi bir müzik türünü bünyemize katmış yüce insan, lisede kız tavlamak için gitar çalmaya başlayan yurdum gençliğinin en sevgili abisi haluk levent.

***"75 ytl'lik akaryakıt alan herkeze ferrari oyuncak araba bedava" reklamının sahibi shell yetkililerine "koskoca shell'de bir allahın kulu da o kelimenin herkes diye yazıldığını bilmez mi be kardeşim" konulu bir mail attım, özür olarak ferrari oyuncak araba bekliyorum.

****"kimse dört dörtlük değildir"i "anyone is fortyfour" diye ifade eden öğrencilerim var evet.

Monday, October 29

monday evening quarterback

the weekend
cumartesi günü hipodroma gidip de 1960larda yapılmış olan cumhuriyet koşusunun görüntülerini izleyince bir kez daha anladım; bir ülke ancak bukadar hızla gerilere doğru gidebilir. o insanlar, giyim tarzları, yüzlerindeki ifade, herşey farklıydı. aşağıda mehter takımı "allahuekber, türkler geliyor" şarkısını icra ediyor, yan tarafımızdaki şeref tribününde abdullah gül halkına el sallıyordu. ağlamak istedim sayın seyirciler.. aynı günün akşamında, afişi tadından yenmez kendisi yanından geçilmez bir film olan testere 4ü izledik sinemada, anlaşıldığı üzere tavsiye etmiyorum. pazar günü de beşiktaşımın sıkıcı maçı ve kaybettiği 2 puan haftasonunun sonunu yakışır bi şekilde getirdi. aldığım grip ilaçları yüzünden tüm gün uyuduğum için bugünle ilgili söyleyecek pek fazla bişeyim yok, bayramınız kutlu olsun.
the tomorrow
uzun bir aradan sonra G.E.C.E @ Manhattan. bloguma ankaradan katılan herkesi beklerim, biz şahsen çok eğlenmeyi planlıyoruz.

Wednesday, October 24

I told Roxanne to put on her red light

mütemadiyen bünyede sinir biriktiren bir insan olarak bu akşam da kız/erkek arkadaş bulduktan sonra bütün sanal kimliklerinde oynamalar yapan, resmi gazetede kanun değişikliği duyurur gibi profillerini 'in a relationship' yapan, 'çıktığı insan'ın (sevgili demeye dilim varmadı) da kendi üye olduğu sitelere üye olmasını sağlayan insanlar geldi aklıma. her türlü siteyi anladım da blogları da böyle 0-12 benetton işlere alet eden kimseleri çivili sopayla döveceğim haberiniz olsun. 'bana bi arkadaşını ayarlasana' konulu görücü usülü sex isteği konuşmalarından, 100 yıldır uyuyan güzelin götüne batan şiş sonucu yatağından fırlaması misali yıllardır süregelen olaylara ancak şimdi kitlesel tepki verme telaşına giren yurdum insanından, ve son olarak da boğazımdaki şişlikten hiç hazzetmiyorum; haberiniz olsun.

bi de "sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz" diye bi laf var ya, aman diim..

Sunday, October 21

gol atan kaleye

1 haftadır alamadığım uykum sonunda geldi beni buldu; sabahın köründe uyanıp oyumu kullandıktan ve kahvaltımı ettikten sonra kendisinin kollarına teslim oldum. friday dvd night ve saturday the gang gecelerinden sonra sunday homework gününe biraz geç başladığım için acele etmem gerek. daha yazılacak lesson planler, öğretilecek relative clauselar var. bugün yeni sezonunun başlıyor olması nedeniyle, soldaki ankette couplingin nefesini ensesinde hisseden nip/tuck ı birinci ilan ediyor, sizleri yeni bir polla başbaşa bırakıyorum. başlık da dün izlediğimiz keyifli beşiktaş-trabzon maçına refer etsin, elindeki bayraklar yan hakemin götüne girsin.

Tuesday, October 16

Baz Luhrmann's Romeo & Juliet

voodoo girl's "unutma, unutturma" series vol.3
movies we'll never get bored of watching

little earthquakes

efendim wykka hanım kızımız yine işi gücü bırakmış bizi mimlemiş mevzu da neymiş sinirimizi bozan küçük ayrıntıları yazacakmışız. bu aralar malum gündem maddem sanal dünya olduğu için konuyu sadece o açıdan ele almayı uygun gördüm:

* msnde 7/24 away/meşgul takılan insanlara kılım. havanız kime? bu insanlar kendilerine mistik bir hava katmaya çalışan göt laleleri bence.
* bir başka msn sinir bozukluğu da kişisel iletiler. bunların çeşitleri mevcut. bir kısım var ki listesindeki bir takım insanlara laf sokma amaçlı iletiler yazıyor. delikanlıysan yüzüne söyle. bir diğer grup halet-i ruhiyesiyle ilgili bilgiler veriyor. örneğin:"sinirliyim, üzerime gelmeyin". iletişim kurmak istemiyorsan msne niye girdin demezler mi adama?
* daha önceki bir postumda da belirtmiştim diye hatırlıyorum, profilimi muhafaza ettiğim tek site olan myspacede mesaj atar gibi koment atma mevzusuna kılım.
* forumları olan sitelerde bbg evi seviyesinde tartışmalar çıkartan gençliğe diyecek bir söz bulamıyorum, eğitim şart.
* ve tabiiki feysbok. son günlerde bu facebook protestom millete dert oldu. her gören soruyor "aa neden yoksun?" diye. sebeplerimi açıkladıktan sonra aldığım cevap fix "ya doru sölüyosun da ilkokul arkadaşlarımı fln buldum mesela ben". buldun da ne yaptın? buluştun mu, görüştün mü, hasret giderdin mi; yoksa salak bi dünyada arkadaş listene ekleyip resimlerine bakıp "şişmanlamış, güzelleşmiş, götünde çıban çıkmış" diye yorum mu yaptın? bana bunlarla gelmeyin.

benden bukadar, usül olduğu üzere bayrağı devrettiğim (a.k.a mimlediğim) bloggerlar:
- bu konudaki performansıyla göz dolduracağına inandığım liz
- yeni takip etmeye başladığım ışık sahibi yazar şarbon
- uzun tanımlamalara ihtiyaç duymadığım blog kardeşim romanista

Monday, October 15

so far

ben önümdeki ve arkamdaki hayatlara takılıp kalmışken, bilgeliğine güvendiğim bir arkadaşım uyandırdı beni; onun fikirlerine bıraktım kendimi..



Hayat illa da bir ileri bir geri gitmez, bunun sağı solu da var.

Sunday, October 14

depresif ve felsefiğim bu ara

bayramdı, günlerdir bloga girmiyorumdu, bunlarla ilgili yazmak istemiyorum. kafamda dönüp duran daha ciddi meseleler, cevaplanamamış daha hayati sorular var ve ben -başlıkta özetlendiği gibi- depresif ve felsefik bir döneme adım atmış bulunmaktayım. insan hayatı boyunca yapmak istediği meslekten sıkılmaya, altına imza attığı 3 senelik sözleşme ve 24 yaşına gelmiş olmanın bilinci nedeniyle tüm hayallerinden vazgeçtiğini hissetmeye başladığında içinde bulunulabilecek başka bir ruh hali bilmiyorum ben. her geçen gün hayatla ilgili daha önceden kurduğum hayalleri, yaptığım planları mail boxtaki gereksiz mailleri açmadan işaretleyip "delete" düğmesine basar gibi yokettiğimi hissediyor ve daha da bunalıyorum. bir yandan zaman (aslında her şey) çok hızlı ve aleyhime işliyor gibi gelirken, bugün ayın kaçı olduğunu öğrenmek için bilgisayarımdan yardım alıyorum; şarabım midemi yakmaya başlarken, asıl yangın içimde, biliyorum. şairane bişeyler yazmış olmak için değil.
gözyaşlarımızı bitti mi sandın?

Tuesday, October 2

Colorless green ideas sleep furiously

artık kış gelsin. havanın bu ne tarafa gideceğini bilemeyen dönek halleri canımı sıkıyor. sabah 8de işe gitmek ve iş boyunca da muhtelif zamanlarda bina dışına çıkmak durumunda olan bi insan olarak sabahları üşüyüp öğlenleri terlemekten sıkıldım. kış denen şeyi oldum olası çok sevmişimdir, ve her genç kızın dolabında bulunması gereken o siyah boğazlı kazaklarımı da özlemedim değil.

birdenbire ölesiye popüler olan şeylerden tiksinme gibi bir özelliğim var. zamanında simyacıyı da bu yüzden okumamıştım. şimdiyse facebook denen internet çılgınlığını protesto ediyorum, sosyal ortamlarda konunun bi şekilde sürekli oraya varması beni teknoloji toplumu asosyalleştiriyor mu konulu bloglar yazmaya itiyor. duyduğuma göre insanlar birbirlerine birtakım içkiler vs gönderebiliyormuş bahsi geçen a-sosyalleşme sitesinde; insanın "benimle bi kahve içmek ister misin" tarzı cümlelerin kurulduğu amerikan dizilerine özenesi geliyor.

dün boktun bugün koktun sözünün bu ülkedeki en güzel örneğinin ercan saatçi olduğunu düşünüyorum. izel-çelik-ercan triosundan çıkıp sırf ertuğrul özkök denen şerefsizin önde gideni bi adamın damadı oldu diye kendini 'ercan bey' statüsüne koyan bu şahıs ölse üzülmem inanın, böyle de bir tarafım var evet.

televizyon tarihine hugo'yu arayıp küfürler yağdıran çocuk gibi geçmek istiyorum. bbgye katılıp "04 voodoo, bu hafta kimi elemek istersin?" sorusuna "sizi öykü hanım" diye, ya da bir güzellik yarışmasına katılıp, "elinizde sihirli bir değnek olsa ne yapmak isterdiniz?" sorusuna "götünüze sokmak isterdim" diye cevap vermek aklıma gelen bir kaç seçenek.

mümkün olsa kendime süper güç olarak dünyadaki tüm şarkıların sözlerini bilme gücünü seçerim. tabi bağlantılı olarak tüm dünya dillerini konuşma gücü de. bukadar da idealist bir dilbilimciyim.

bi de zaman makinesi icad edilirse eğer, biri bize salak dediğinde "salla da sümüğüne bak!" diye cevap verdiğimiz günlere dönmek istiyorum.

Thursday, September 27

Sunday, September 23

mushroom cloud of casual

yoğunluktan, uyuzluktan, tembellikten bloga uğramaz oldum - kabul ediyorum. yakın zamanda geri dönermiyim bilinmez ancak bu ara meramımı anlatmak için kelimelere başvurasım hiç yok. bir yandan yeni düzenlere alışmaya çalışırken, bir yandan gözümdeki ve içimdeki batma hissini gidermeye çalışıyorum; zorlanıyorum, uğraşıyorum, debeleniyorum. kısacası msnde meşgul insan imajı yaratmak için "busy" takılmıyorum; bu ara gerçekten benliğimden ve çevremden "away"im.

[bu esnada solda tamamen kendi zevkime göre belirlediğim 5 adet güzide dizi var, en güzidesini bi de siz söyleyin. ben gelince bakıcam.]

Friday, September 21

Tuesday, September 18

Saturday, September 15

Wednesday, September 12

get on your dancing shoes

ankara küçük biliyorum ama, geçen gün ankarada da olsa bir insanla nerede karşılaşılmaz sorusunun cevabını hipodromda verdim. evet bildiğiniz hipodrom. atlardan çok korkuyor olmama rağmen, onları yarışırken görmek nezamandır istediğim birşeydi ve bu isteğimi cumartesi günü yerine getirdim. tabii ben ingiliz kraliyet ailesi modunda at sahipleri locasına girdiğimde, türkiyede işlerin pek de öyle yürümediğini görmem çok uzun sürmedi. cebimdeki 5 kuruşları birleştirip 1 lira yapayım da son bi ikili bahis oynayayım diye uğraşırken ocaklar nasıl yıkılıyormuş, kumar nasıl birşeymiş anladım. (bkz. learning by doing)

bunun dışında iş hayatımda da unitime, odama ve masama yerleşme çalışmalarım sürmekte, buyüzdendir ki pek bir yorgunum eve gelip de blog yazmaya fırsat bulamıyorum. [btw, anketimizde sarımsaklı mayonezle barbekü sos bir türlü yenişemedi, beklemedeyiz.]

an itibariyle yan apartmandaki kızın telefonla mı, kendi kendine mi yoksa televizyonla mı konuştuğunu anlayamayan, tyrayla update konuşmaları yapan, yan gözle milli takımın maçını izleyen bir insan olarak; sevgili tavsiyesiyle dinlediğim ve pek bir sevdiğim arctic monkeysin özlü bir sözüyle veda etmek isterim sizlere:
I bet that you look good on the dancefloor
Dancing to electro-pop like a robot from 1984

Monday, September 10

basketbol için uzun bir süre

geçenlerde aklıma bi süre internette dolaşmış olan "kız msni" listesi geldi, ama kimse bilmiyomuş ya da duymamış; şaşırdım. sonra kendi kendime çocuk bezi reklamlarının çocuk pornosu gibi olduğunu da bir tek ben mi düşünüyorum acaba dedim. üzerine algılarımızın bazen çok salakça işlediğini farkettim, mesela biri 80liyim diyince çok büyük gibi gelmiyo ama 79luyum diyince büyük gibi geliyo, ya da küçükler için 89 yine bi derece ama 90 diyince ohaaa falan diyoruz. ya da belki bu da sadece bana oluyodur.


- sana bi fıkra anlatayım mı?
- anlat.
- anlat demekle olmaz, sana bi fıkra anlatayım mı?

Thursday, September 6

artistik patinaj

mini mini birleri copeartma mücadelesinin saat 12de bitmesini fırsat bilen deli gönlüm nihayet kuaföre gitti bugün. platin saçlıyım ve taş gibiyim evet. (bu noktada no doubt'tan platinum blonde life isimli şarkıyı dinliyoruz fonda)

sebebi ziyaretim ise wykka kardeşimin - ki linki soldadır, hiç ööle afilli işler yapamicam şimdi adına tıklayınca sayfası açılmalar falan- "her blogger sayfasına sanatsal bir resim koymalı" çağrısına cevap vermek. kendisi şu an irlandada da olsa, döndüğünde mutluluktan gözlerinin yaşarmasını ümit ederek seçtiğim resmi yayınlıyorum. akabinde aynı işlemi yapması için birilerini mimlemek de şartmış, sizi seçtim romanista, liz ve dogho.

Sunday, September 2

Saturday, September 1

rock'n fuck

başladı. gereksiz harcanacak paralar, pazartesi işe nasıl gelirim sıkıntısı, gidilirse çadırda hayatta kalınmaz şehre dönmek lazım modu derken gördüğünüz üzere gitmedik, burdayız. smashing pumpkins'e de ayıp ettik kusura bakmasınlar.

bu rock'n coke hadisesi değişik bir hadise. bir kere bukadar büyük çapta bir festival için dünya kadar eksikleri var. kimsenin de umrunda değil. ne de olsa birtakım gençler oralara gidiyor, içeri girmek-yemek yemek-tuvalete gitmek gibi her türlü aktivite için saatlerce sıra bekliyor, bok içinde 2 gün çadır kurup "asiyiz be abi" diye seviniyor, 15 yaşında kızlarımız avril lavigne gibi geziyor ortalıkta, herkes bir şekil şemal yapma çabasında; sadece güzel müzik dinlemek istesen de kendini bi imaj panayırının içinde buluyorsun. pek tabii ülkemize büyük gruplar geldiğini, böyle organizasyonlar yapıldığını görüp de sevinmemiz bekleniyor; ancak ben elimde sıvı beyin şırıngasıyla festival alanını basmak istiyorum.

this and that and the diary

tgif çığlıklarıyla başlattığımız akşam, yorgunluk ve yaşlılık peşimizi bırakmayınca pek uzun süremedi. ben ki zamanında gece yaşayan bir insan olduğumu simgelesin diye vücuduna yarasa dövdürmüş bir insanım; bu gece erkenden sızmalar sabah erkenden kalkmalar kanıma dokunuyor. vücudum da bi acaipleşti, damağımda sebebinin boğazımdan yukarı doğru çıktığı hissi veren birtakım mikroplar olduğunu düşündüğüm bir yara var. zaten bu ara nezaman uyuyakalsam, uyandığımda kendimi soğuk soğuk terlemiş ve boğazı şişmiş buluyorum. rabbimden bünyemin bu yeni hayat düzenine bir an önce alışmasını talep ediyorum.

hayatını dışarda yaşayan insanları anlamakta zorlanıyorum. yani gençtik hızlıydık bi dönem biz de öyle yaşadık ama artık 25 yaşına gelip de çeyrek asırlık insan olunca, götüm kadar bir cafede oturup içki içmekten daha farklı keyifleri olmalı insanın. belki de olmamalı, ya da onlar öyle mutluysa bana ne, ama ben içinde huzur bulduğum bir ev döşeyip kendimi oraya kapatmayı tercih ediyorum-edeceğim.

biri bizi gözetliyor yeniden başlıyormuş. insan psikolojisi adına kaçırılmayacak bir eser aslında concept olarak, ancak herşeyi gündüz yayınında kadın programı konukları formatına çeviren türk televizyonculuğu zevkimin içine sıçıyor. ayırca burdan yapımcılara sesleniyorum, aynı bbg formatında, adı "biri bizi cezalandırıyor" olan sado mazo bir pornonun vakti geldi.

rüyamda sevgilime asılan bi kız vardı, nezaman gitsem etrafında buluyorum falan, aralarında birşey yok gerçi ama ben sonunda kızın ağzını yüzünü dağıtıyorum. çok garipti, gerçek gibiydi, birini gerçek hayata dövsem o hissi alırım gibi hissettim.

bir zamanlar pek sevdiğimiz bir parça vardı, skunk anansie-secretly. siiikrıııtttliiiii derdi nakaratında, ama siiiktiiiir giiiiit daha çok uyuyordu. hey gidi günler.

deli gibi kahvaltı edesim, banyo yapıp kremlenesim, akşama da tabu partisi veresim var. olur mu olur.

Thursday, August 30

label bile bulamadım

öğlen saatlerinde televizyon karşısında sızıp 'camış' gibi 4 saat uyuduğumdan olsa gerek, hiç uykum yok; ancak yarın iş var. akşama plan da var, dolayısıyla yarın birdaha eve uğramayacağım için işe giderken ne giyeceğimi düşünmem lazım. aslında banyo da yapmam lazım, ama kuaförün saat kaçta açıldığını bilmiyorum ve sabah fön çektiremeyeceksem saçım ıslak yatmayı göze alamıyorum. sanırım hayatımdaki her şeyi 'yarın'ı düşünerek planlıyorum ve gün gelip o 'yarın' gelmediğinde, eğer ölüyken birşeyler hissetmeye devam ediyorsak ne hissederimi düşünmek korkutucu.

geçen gün bu ölme mevzusunu konuşurken, aramızdan biri amerikan filmlerindekiler gibi afilli, böceklerin kemiremeyeceği cinsten bir tabut istediğini söyledi. bir başkası da öldükten sonra böceklerden sana ne diye bir meydan okumayla bizi bu düşüncelere saldı; yok efendim ya toprağın altındayken de hissedebiliyorsak, mesela hala algılarımız açıksa öyle anlamsızca yatıyormuyuz tabutta falan gibi şeyler. ben yakılmak istemiyorum, organlarımı bağışlarım dedim, biri de kime gideceğini bilmeden organ bağışlamam, ya akp'ye oy verenlerden birine giderse mesela dedi. televizyonda aptullah caka satıyor, biz bira içiyorduk ve ben önümüzdeki (en az) 7 sene boyunca çocuk doğurmama kararımı çoktan vermiştim.

sanırım çocuklar da köpekler gibi algılayabiliyor bazı şeyleri. bu yaz öyle bir olay geldi başıma, yazlığın haşarılarından sayılan 5-6 yaşlarındaki bir çocuk geldi yanımıza, ortamdaki insanları abiler ve kızlar diye adlandıran, büyüyünce erdal acar olacağına inanılan bir tip. neyse, herkes şirinlikler yapıyor, bu kızları öpüyor falan. bak bu ablayı tanıyor musun dediler. sevmedim onu o iğrenç dedi. ben de onun hakkında aynı şeyleri düşünüyordum, ürperdim; sadece çocukların algılayabildiği bi koku mu salgılıyorum dedim.

kendi yazdıklarımı okurken bir başkasının blogunu okuyormuş gibi hissettim şimdi kendimi, 'ben'den bahsederken 'ben' gibi olamıyor muyum acaba?

Sunday, August 26

sunday morning rain is falling

haftasonları çalışmıyor olmanın dayanılmaz hafifiliği üzerime çökmüşken bile saatin 8 buçuğunda kalkarak bir rekora imza atmış olabilirim. kalktığım yetmedi bi de deli iğfal etmiş gibi blogun başına geçtim. yeni bir haberim de yok aslında, midem biraz daha iyi, ama hala doktorun söyledikleri dışında hiçbirşey yemiyorum; which resulted in the new poll on your left. [bir önceki sorgu sualimizi erol köse 3 oyla ensesinden takip ediyorken savaş ay aldığı 4 oyla kazandı, kendisini tebrik ediyoruz.] günlerdir haşlanmış patates ve pirinç çorbası dışında bişey yememekten homer simpson misali gözümün önünde burger kingler, pizzalar uçuşmaya başladı.

pazar sabahının belki de ilk kez brunch, aylaklık, gazete sayfalarında kaybolma gibi anlamlara geldiği bu kutsal günde, planım içeri gidip sevgilimi uyandırmak, dışarı çıkıp kahvaltı etmek, eve dönerken hürriyet alınmayacağı için hangi gazeteyi almamız gerektiğini düşünmek, uzun bir banyo yapmak ve uyumak. hadi bakalım.

kahve kokusunun pazar sabahına yakıştığı gibi yakışalım birbirimize oh bebek!

Friday, August 24

end of the week news

1) zehirlendim. dün işe gidemedim ve daha ilk haftadan rapor alan bir insan olarak utancımla başbaşayım.

2) haftasonu geldi, üstelik yeni çalışma hayatımın en boş ve rahat haftasonlarından biri olacak ancak hiç bir sosyal aktiviteye katılasım yok nedense, belli de olmaz hadi hayırlısı.

3) 3 aydır maaş almıyor olduğum için içinde bulunduğum "cash" sıkıntısını çözmenin bir yolunu bulmalıyım.

4) "insan aşka bağışıklık kazanır mı?" isimli bir blog yazma isteğindeyim, en kısa zamanda.

5)

Wednesday, August 22

r



everybody's changing and I don't feel right.

true love is suicide

günlerden çarşambayı, postlardan 101'i bulmuşuz farkında olmadan- zira 100. postumu havaifişeklerle kutlama planlarım vardı geçmiş olsun. bloga uğrama sıklığımdan da anlaşılabileceği gibi pazartesi başlayan yeni iş sabahları erken kalkmaya alışkın olmayan vücudumu, topuklu ayakkabı giymeye alışkın olmayan ayaklarımı ve sürekli oturmaya alışkın olmayan popomu fazlasıyla yormakta. yorgunluk dışında bi sıkıntım yok, yani işle ilgili, yoksa ne demiş ünlü düşünür ally mcbeal "Even if I did get past all my problems, I'm just gonna get out and get new ones."

canım istemiyo daha fazla yazmak.

Saturday, August 18

In China it is polite to burp at the table


bu yaşıma kadar hayatımda ilk kez gelinlikçiye gitmiş olmanın verdiği garip his orda soluduğum ve bana acaip gelen evlilik hayali atmosferiyle birleşti, en yakın arkadaşımın yarın nişanlanıyor olmasını düşündükçe içime doğan hüznü de yanlarına alıp bir kez daha yaşlandığımı anlattılar bugün bana. yarın nişan, pazartesi ise yeni kariyerimin başlangıcı varken; bizzat ben, içimdeki burukluk, boşuna yazılmış hissi veren blog cümlelerim ve ankaranın kuru havasına dönüş yapmış olmanın huzuruyla birden düzelen cildim & saçlarım, hepbirlikte voodoogirl's modern life yarattık - başımıza gelecekleri bekliyoruz.

Friday, August 17

oh la la

bu aralar boş vaktim çok olduğundan ve tatilde sıkıldığımdan olsa gerek blog sayfalarında dolaşasım, yeni yeni blog kardeşlikleri kurasım var. pazartesi iş başı yapınca bu modum değişir mi, vaktim azalır mı bilemiyorum ama; link önermek isteyenler olsun, efendim en büyük blog benim blog gel burayı oku demek isteyenler olsun hepsine açığım. templateimi de değiştiresim var ancak bu template biraz cuk oturduğu ve kimlik gibi olduğu için onu bekletebilirim. bununla birlikte yeniliklere devam adına solda bir adet anket görmektesiniz, popüler kültürün kölesiyim ve oylarınızı bekliyorum.

aries method

king kong gelse de dans etsek

az önce bir türk televizyonu klasiği olan 'yabancı diziden direk çalalım ama hiç bi referans göstermeyelim' akımının son temsilcisi olan "kavak yelleri" isimli dizinin yeni bölümünü izledim. nasıl ki bizden bir önceki nesil "evimiz hollywood'da" dizisiyle büyümüştü, biz de zamanında dawson's creekle büyüdük. dizinin türk versiyonunda, türk örf ve adetlerine uygun düşmeyeceği düşünülen öğeler ve karakterler çıkartılmış. misal, pacey'in gay olan abisi türk versiyonda efe'nin polis abisi. ilerleyen günlerde de dizinin orjinalinde rastladığımız pacey-jen (efe-mine) fuckbuddylik müessesesini türk versiyonda görür müyüz, şüpheliyim. ancak anlamadığım şey, nasıl oluyor da türk toplum değerlerini (blah blah) korumak adına gay karakterler senaryodan çıkartılırken, kızı yaşındaki hatunu hamile bırakıp üzerine imam nikahı kıyan baba karakterinde bir sakınca görülmüyor?

çakma underground parçalarla, r&blerle kendinden geçer gözüken yurdum gençliğinin gerçek yüzünün ibrahim tatlıses "cano cano" remixinde ortaya çıkmasını anlamadığım gibi, bülent ersoy'un o kadar parası olmasına rağmen neden erkekken çektirdiği filmleri toplatmadığını ve kanal d'nin ısrarla sabaha karşı bu filmleri göstermeye devam ettiğini anlamadığım gibi, sabahtan akşama kadar içki içip gece 12yi geçince bugün kandil moduna bağlayıp 24 saatliğine içkiye ara verip sonra kaldığı yerden devam eden ve kendini müslüman sayan insanları anlamadığım gibi, bunu da anlamıyorum.

ya onlar 40 fırın ekmek yiyecek, ya da ben fırıncıyı da, başımı da alıp gidicem buralardan, o olacak.

Thursday, August 16

dünya meseleleri

mevzu 1: efendim malum ben tatildeyken ankaramızda bir takım susuzluk problemleri ve skandalları yaşandı. i.melih parti üslubunu yumuşattı, "ananı da al git" yerine tüm ankaralılara "anana git" çağrısında bulundu. bizim ev bahçelievlerde olduğu için, yani alçakta olduğu için, pek bi problem yaşanmamış, ben geldiğimden beri de bi problem yok zaten. duyduğuma göre en büyük problemleri keçiören ve mamak bölgeleri yaşamış. yakışır. zamanında i.melihe oy verenler boklarında boğulsunlar da belki akılları başlarına gelir.

mevzu 2: küçüklüğümden beri aynı gazeteyi okurum. alışkanlık. onu okumayınca gazete okuduğumu anlamam. son zamanlarda tüm dönekliklerine, kaypaklıklarına, şerefsizliklerine boyun eğdim ama artık yok. artık her sabah internet sitesinden bekir coşkun okumak dışında hürriyetin tirajını artırmak yok.

mevzu 3: abdullah gül, cumhurbaşkanı adayı. "Doğrusunu isterseniz 'Göbeğini kaşıyan adam'ın zaferidir bu. Taa genel seçimlerde kararı o verdi. Çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler meydanlara dökülürken, o uzakta bıyık altından güldü, göbeğini kaşıdı ve dinci devletin yolunu açtı... Abdullah Gül tam ona göredir. Zaten onun cumhurbaşkanı olacaktır. Benim değil..." (bekir coşkun)

adamlar bitti, okeye dönüyor, ortadaki taşların hepsi onlara yarıyor, ve masanın hesabı bize, bizim çocuklarımıza kalıyor.

son.

back on track

manasız sıcaklarda ve bir kısmı manasız insanlarla geçirilen tatilimden kesin dönüş yapmış bulunuyorum. ben büyüdüğüm için herkesin büyümüş olduğunu zannedip hayal kırıklığına uğradığım birkaç gün dışında, ortalama bir tatil yaptım; vasatın altında bronz ten ve eğlence içeren bünyemle ankarama geri döndüm. bu ayın 20sinde iş başlıyor, bu yüzden excited mı desem nervous mı (tyra doğrusunu bilir) öyle bir hallerdeyim. ayrıca spora başlamaya o kadar gazım ki, nike plus uyumlu ayakkabılarımı ve çipimi bile aldım, artık o kadar para harcadıktan sonra kaytarmam gibi bir düşünceye kapılarak. önümde bir adet en yakın arkadaş nişanı, bir adet bilgisayar temizleme operasyonu ve bir adet sezonun son shopping spreesi beklerken, ben uzakta olduğum sürede yorum yapamadığım bir kaç dünya meselesine eğilmek üzere diğer postuma geçiyorum, sizi de beklerim.

Saturday, July 28

bu sıcakların bir anlamı olmalı

sevgili kitlem
sizlere cdlerimi düzenlerken bulduğum eski vega albümünden esinlenerek koyduğum başlık altında, 'groove is in retro' bakış açısıyla redecorate edilmeye çalışılan odamdan sesleniyorum. görüşemediğimiz günler boyunca pek bişey yapmış sayılmam, öncelikle seçim sonuçlarının şokunu atlatıp "acaba akp'ye oy veren arkadaşım var mı?" paranoyasından sıyrılmam biraz vaktimi aldı. devamında alışveriş çılgınlıkları, sevdiceğin doğumgünü kutlaması, tatil için tükenen umutlar ve yeni işe hazırlık safhalarından geçildi. gün ve an itibariyle salı sabahı na-jay-jay sponsorluğunda adana+mersine gitme kararı almış, hazırlıklar yapması gereken bir insanım. en geç ağustos 15 civarı ankara'ya dönmem gerek, dolayısıyla mersin'de geçirilecek olan 1 hafta sonunda hangi güzide yazlık beldemiz beni bekler onu şu an kestiremiyorum, hayatım süprizlerle dolu lay lay lom.

yazının ana fikri:
iyi tatiller, esen kalın.

just for the record, the weather today is a rehearsal for hell.

Sunday, July 22

seçimsiz


bak, bizim gitme vaktimiz gelmiş..

Friday, July 20

a.q partisi

19.07.2007 - Bekir Coşkun

Ben AKP’ye oy vermem...


Meslek hayatım boyunca hangi partiye oy vereceğimi, hangisine vermeyeceğimi hiçbir zaman açıklamadım, her görüşteki okurlarıma sevgimden dolayı.

Ayrıca mücadele partiler arasındaydı ve o partiler iyi-kötü "demokrat-laik Türkiye"nin birer ucundan tutmuşlardı.

Bu sefer öyle değil.

Bu sefer AKP ile laik devlet yarışıyor.

Dönüp bakarsanız, çoktandır devletin tüm temel kurumları ve kavramları ile mücadele eder AKP; Anayasası ile, yargısı ile, Türk Silahlı Kuvvetleri ile, üniversiteleri ile, liberal sermayesi ile, sivil toplum örgütleri ile...

Devrim yasaları ile..

Üniter yapısı ile...

Çağdaş eğitimi ile...

Şimdi iki taraf seçime gidiyor:

AKP ve laik devlet...

*

Ben AKP’ye oy vermem...

AKP; Mustafa Kemal’in kurduğu, Müslüman dünyasında tek laik, tek özgürlükçü, tek medeniyet yolunu zorlayan, uygarlık yolunu seçmiş tek devlet ile hesaplaşmaktadır.

Bu seçimler, AKP ile öbür partiler arasında değildir.

Bu seçimler, AKP ile çağdaş Türkiye arasındadır.

*

Bizim aydınlık umutlarımız vardı.

Bizler düşe kalka, günlük sorunların içinde debelene debelene, yine de bir gün olsun "Dağ başını duman almış, yürüyelim..." ideolojisini dilimizden düşürmeden yol aldık.

Biz; son yüz yılda Ortadoğu halkları içinde tek şerefli savaşı kazanan ve bize emanet eden, tek istekleri "muasır medeniyet seviyesi" olan yiğitlere ihaneti hiç düşünmedik.

Bizim; ne dolarla, Euro’yla satılacak, kasalara konulacak, çıkar ile kıyaslanacak, cüzdanlara sığacak kimliğimiz olmalıydı...

Ne de yoksulumuzun makarna-nohut ile satılacak onuru...

Bizim kadınlarımız birer esir, birer sakıncalı, birer suçlu, birer yasaklı gibi yok sayılmamalı...

Bizim çocuklarımız dergáhlarda, tarikat okullarında ortaçağ hurafeleri öğrenerek büyümemeli...

Bizim aydınlık yolumuz vardı...

Biz ışığa doğru yürüyorduk...

Karanlığa değil...

Ben AKP’ye oy vermem...


"ampülü söndürmeden tatile çıkmayın"

Wednesday, July 18

konstantinopolis vs angora



bi tarafta kaos, kalabalık, trafik, korku; diğer tarafta dinginlik, sakinlik ve güven duygusu. bir denizdir tutturmuşlar, anlamak mümkün değil. zannedersin ki herkes boğaz manzaralı evlerde yaşıyor, boğaza karşı rakı-balık yapıyor her gece. ortada öyle bir cadde ki her tipten insan var, üzerine üzerine yürüyorlar. taksicileri bile şerefsiz, herkes herkesi kazıklama derdinde. kalkmış devlet dairesi görünümünü fazla ciddi olmakla suçluyorlar, kendi laubaliliklerinden utanmak yerine. düzen denen şeyden haberleri yok, tek dertleri o pis sokaklardan kapkaç korkusuyla yürüdükten sonra biryerden karşılarına çıkan denizi görmek. denize bakıyorlar çünkü, birbirlerine değil, oyüzdendir ki insanlık son demlerini yaşıyor. sıkılmaktan, seçenek azlığından bahsediyorlar her gün başka bir bara, tiyatroya, sergiye gidiyormuş gibi. düzenin, az sayıda ama kaliteli seçeneklere sahip olmanın, bir mekana girdiğinde tanıdık olmanın garsonun suratına yaydığı o farklı ifadenin ama en önemlisi huzurun varlığından habersiz, sürekli bir telaş içinde, biryerlere koşuyorlar. kendi hayatlarını çamur içinde geçirdiklerini görmeyip, benim şehrime çamur atıyorlar. yazık.

.. böyle bir şehre aşık olmak kolaydır da, ya en sonsuz tariflerden birisi olan denizi yoksa? şehre aşık olunabilir de, ya bu denizsiz şehirde aşık olmak?
deniz, yani aşkın o umman, çok telli enstrümanı eksikse, sakın kıskanma istanbul’u. istanbul’un aşkı da tekeline aldığının varsayılmasına, hüzünle gülümse sadece. ve de ki “bir bakıma doğru, istanbul alır çünkü; vermez.”...
daha yaman bir iş yaptığını, ankara’da aşkı enstrümansız aryalayabildiğini varsay ve vedat sakman’dan ankara marşını koy otomobilinin teybine:
“ankara’da aşık olmak zor iki gözüm..”

don't mess with my festival

yine ortalardan kayboldum, invisible man gibiyim evet. cuma günü ani bir kararla sabahın 10unda bindik otobüse gittik istanbula. sebep: sevdiceğimin işleri olması, benim göt büyütmekten daralmış olmam, evin işlerinin pazartesiye sarkması ve bonus track olarak masstivalin o haftasonu yapılacak olması. netice itibariyle cuma akşamı istanbuldaydık. genellikle yedik içtik alışveriş yaptık, pazar günü de festivale gittik pek tabii.

çoğu zaman yazılarımda dem vurduğum üzere yaşlanmış olduğumuzdan festival falan bize gelmiyo pek artık, salak salak vakit geçirmek değil konserimizi dinleyip eve gitmek istiyoruz. öyle de oldu sayılır gerçi, alana girdikten 1 saat kadar sonra, programa göre dead on time bir şekilde cake çıktı sahneye. "cool"luğun tanımını yaptılar, inanılmaz bir iletişim kurdular seyirciyle, eğlendirdiler ve gittiler. pek güzeldi. hatta gitmeden önce sahneye doğru parça adı bağıranların da ağızlarının payını verdiler, daha da güzeldi. bu arada, cake konserine gelip de istek parça olarak "perhaps" diye bağıranların bundan sonra sadece athena konserine gönderilmesini talep ediyorum.

ikinci olarak sahneye çıkan ve en fazla kalabalığa ulaşan isim tori amos'tu. kendisini pek dinlemem, sevmediğimden değil ama fırsat olmadı diyelim. konser biraz kalabalık olduğu için izlemesi de zor oldu, kalabalığın bi kısmı gerçekten tori hayranlarıyken bir kısmı ise "gelmiş bi bakalım neymiş" tipiydi, bizse tam bu ikisinin ortasında orada olamayan fan arkadaşların ruhunu yaşatmayı görev edinmiş, sahne setupını inceleyen gruptuk. piyanonun sesi biraz gerilerde kalmıştı ama dünya gözüyle toriyi görmek güzeldi, platin peruk da yakışmıştı, bi de cornflake girl dinledik-dinlettik daha ne olsundu.

son olarak sahneye lauryn hill çıktı osmanlılardaki simetri takıntısını anımsatır bir havayla, her enstrümandan ikişer tane kurdurarak. sahneyi baya zengin gösteren bu yaklaşımın müzikaliteye olan etkisini pek farkedemedik, belki çok önlerde olduğumuzdan, vokal de çok etkili gelmiyodu, ama kadın müthiş, enerjisi müthiş, son 4 parçada arkalara geçtiğimiz için ses de müthişti. sonlara doğru kalabalık azaldı, ne yazıkki konserin ortalarına doğru alternatif sahnede portecho'nun çalmaya başlaması buna etki etmiş olabilir. tarzı-zevki vs umrumda değil, müzikten biraz olsun anlayan bir insan evladının her hafta bir klüpte boy gösteren portecho ile belki de hayatında son kez türkiyede konsere gelmiş olan lauryn hill arasında kalkıp da portechoyu seçmesini kabullenemiyorum, bu tip insalara öğlen sıcağında nişantaşında pıtlama cezası verilmesini talep ediyorum.

lauryn hill'in ekibi soundcheck yaparken arkalardan gelen yorumun özetlediği gibi, beyazlar soundcheck yaptı, siyahlar çaldı, biz de 4 günlük maraton sonrası huzura geri döndük. oh mis.

Friday, July 6

little miss raincloud

son blogumdan bu yana depresif halimin bir parçasını da PMS'le bağdaştırmaya başlamam dışında pek bir değişiklik olmadı. yapmam gereken tonla iş olduğu yetmezmiş gibi yarından itibaren odama badana + parke yaptırılcak ve ben dün sabah 06.30'da yatmış ve hiçbir zoru olmamasına rağmen 10.00'da kalkmış bir insan olarak yarın da sabahın köründe kalkıp o işlerle uğraşıcam. bütün bu işler bittikten sonra minimally re-decorated odamda huzura ulaşmayı beklerken erken tatile çıkabilmek için oy kullanmamanın normal birşey olduğunu düşünen yurdum gençliği ve "ak partisi"nin morphological ve semantic oyunlarına kanıp gerçekten "ak" olduğunu düşünen yurdum insanları yüzünden 23 temmuz sabahı yepyeni bir sinir bozukluğuna uyanabilirim. seçim sonrası dönemde kafadaki tatil planlarının hiçbiri gerçekleşmeyebilir ve ben tam anlamıyla dinlenmeden yeni bir iş maratonuna başlayabilirim. tabii herşey güzel olacak da olabilir, bin yıllık karma felsefesini yeni birşeymiş gibi önümüze koyan "the secret" kitabında önerildiği üzere rastgele açtığım sayfada dediği gibi beynimde başardığım şeyi gerçek hayatta da başarmam çok kolay olabilir. planladığım her şey gerçekleşebilir, iddaa kuponum tutabilir ve saçlarımı fırçalarken dökülen teller, saçlarını okşarken dökülen gözyaşlarımla sonsuza kadar mutlu yaşayabilir.
let's not kill the karma.

Wednesday, July 4

there's a hole in my soul

yanlış giden birşeyler olduğu zaten gece dışarı çıkıp 12 olunca yorulmalardan, yeni insanlarla tanışmak istememelerden, eski insanlarla da birtakım ortamlarda kaşılaşılınca bünyede sosyalleşmeye dair hiç bir istek bulundurmamalardan belliydi. havalardan dedik, yaşlandık dedik, it's just a phase dedik ama şair ne demiş "explanations never come on time". nihayetinde kendimizi fiziksel olarak değil ama -zira odamın hiç bir açısı bukadar minimal ve düzenli değil- ruhsal olarak yandaki resimle özdeşleştirdik. bugünden itibaren durumuma yeni bir açıklama getirmiş bulunmaktayım; şubat 2006dan beri haftanın 7 günü çalışan bir insan olarak bütün gün yatmak içimde büyük bir boşluk oluşmasına sebep oldu, her şeyden ve herkesten sıkılıyorum, kara deliğim beni ele geçiriyor oh my gosh.

aslında şu durumda yapılması gereken şey bir yurdum sahil kasabası tatiline çıkmak, kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atmak, güneş altında bira içip uyuklamak, havuz başında tavla oynamak, varsa yakınlardaki sünnet düğünü ışıklı ve çakma disco balllu "diskotek"lerde ismail yk şarkıları eşliğinde dansetmek (as shown below).



fakat seçimlere kadar herhangi bir tatil planı yapmayı başaramayan uyuz bünyem, her geçen gün büyümekte olan kıçımın bir süre daha olduğu yerden kıpırdayamayacağı sinyalini veriyor. tatil kum saatinin taneleri gibi akıyor parmaklarımın arasından, günün uzun saatlerini başında geçirdiğim bilgisayarım bile yazılım sahteciliğinden kurban ilan ediyor beni, blogumu renklendirmek için resimler buluyorum ordan burdan ancak ruhumdaki boşluğu google graphics dolduramıyor.

Sometimes I feel broken and can't get fixed.

Sunday, July 1

saturday night without the fever

3 günlük home alone with my personal rockstar maratonundan sonra eve döndüğüm bu güzide gecenin bir başka önemi de tatil öncesi the.gang ile "those were the days" tadındaki buluşmamızdı. hayyamide kavun şarabı ve tömerhane dedikodularıyla başlayan gece daralmalar sonucu kimlik bunalımı yaşadığını düşündüğümüz tribecada clubber nation müzikleri eşliğinde içilen türk kahveleriyle son buldu. ankaram gençliği henüz tatile gitmemiş ve sokakları doldurmuştu ancak gördük ki bizden gerçekten geçmiş; bestekar sokak ve 7. cadde kalabalıklarını geride bırakarak an itibariyle evimize vardık. uyuz muyuz? evet. zaten uzun zamandır ne bi dışarı çıkasım ne bi ortamlara girip insanlarla sohbet edesim var, enerjisizliğe mi yaşlılığa mı vermeli bilemiyorum ancak "i'm not anti-social, society is anti-me" diyerek kendimi sıyırıyorum mevzudan.

"hadi artık blog dünyasına geri dön" diyen blog kardeşlerime selam eder, 3 kadeh kavun + 1 kadeh şeftali şarabının üzerine içilen 2 adet türk kahvesi sonucunda elimden gelen budur derim. beğenmeyen küçük bloguna link koymasın.

Tuesday, June 26

lost and found

ortalardan ve bloglardan kaybolduğum doğrudur, ancak 189 derece sıcaklıkta buharlaştığım için değil, izmir-adana-ankara dolaylarında bermuda triangulated 10 gün geçirdiğim için.

öncelikle pek sevgili ablamın düğünü için erkek evi olan izmire gidildi, ciciler giyildi, çiftetelli oynandı, aile büyüklerinin ve bilimum konukların "darısı başına"larına çaktırmadan tek ayak kaldırılıp "amin" denildi, balık ve kumru yenildi, 100 yıldır görüşülemeyen yakın arkadaşla görüşüldü, istisnasız her gün rakı içildi, vücutta yaklaşık 50 değişik yerden sivrisineklere yem olundu ve bir çarşamba sabahı saat 10.30 itibariyle hostesleri reklamlarındaki kadar güzel olan izair yardımıyla adana'ya doğru yol alındı. okunduğu üzere izmir'de pek bir değişiklik yok, şehir bir türlü kokusu giderilemeyen bir denize ve varoşlukta yarışan insanlara ev sahipliği yapıyor; bi zahmet bana yapmasın.

adanaya gitme sebebimiz ise na-jay-jay'in nişan seremonisiydi, adana'yı ilk ziyaretim olduğu için "her gün kebap yeme" ve "adana'da sıcaklığın 250 derece olması" olgularıyla ilk tanışmamdı, güneylilere yakışan bir misafirperverlik ve mersin'de sezonun ilk "denizde yüzme + güneşin altında camış gibi yatma" aktiviteleri sayesinde gayet eğlenceli bir kaç gün geçirdiğimi söyleyebilirim.

sonuç ve an itibariyle 10 günlük half business-half pleasure gezimin yukardakilere ek olarak üç nihai saptaması mevcut:
1. çalışmamak ne güzel şey
2. the discoqueen loves the rockstar
3. ankara ankara güzel ankara

hoşbulduk.

Monday, June 11

barbie is a slut

işsiz geçen bir başka haftasonu (hooraay no work on Sundays), cumartesi ablamın kına gecesi vesilesiyle şenlendi. bir kez daha evlilik, nişan, kına gibi prosedürlerden köşe bucak kaçma gerekliliği belirlendi; zira sırasını bile düzgün yazamadığım gözlerden kaçmamıştır. kına sonrası arada bir sosyalleşmenin gerekliliğine olan inancımız sevdiceğimle beni önce kınaya gelen arkadaşlarla hamam böcekli mcdomalts'da yemek yemeğe, sonra da haliyle o saate kadar çoktaaan kafayı bulmuş arkadaşlarla kaynaşmak üzere bien'e sürükledi. ve kalabalıklara tahammülüm sıfırın altında olduğu için bir duble rakı üzerine "bir bakalım orda neler oluyor" gazıyla if'e gitmeye karar veren gençliğimiz if'e girdiği anda pişman olarak "ev oturması" fikrinin daha cazip olduğu hususunda hemfikir oldu ve kadimlere gidildi. dolayısıyla buraya yazabileceğim bir saturday night fever hikayem yoktur, öyle bir girizgah olduysa ve beklentiler arttıysa davut güloğlu - kapak olsun diyoruz.
aslında bilgisayarın başına otururken sevdiceğimin kına gecesine gelirken giydiği gömlek-ceket-kumaş pantolon üçlüsünün kitlelerde yarattığı etkiden yola çıkarak dış görünüşün, etiketlerin ve bize toplum tarafından kabul ettirilmeye çalışılan değerlerin üzerimizdeki etkisinden bahseden "eşortman" başlıklı felsefi ve sosyal içerikli bir blog yazmak niyetindeydim; lakin yağmurun sesine bak sigaraya davet ediyor.